Tarihte Kurulmuş 16 Türk Devleti - A -



Büyük Hun İmparatorluğu
Orta Asya Türk göçleri sırasında göçe katılmayıp Orta Asya’da kalarak Orta Asya’nın doğusunda, Orhun ve Selenga ırmakları çevresinde toplanan ve Hun adı verilen bu Türkler, Çin’in kuzeyine doğru yayılmışlardı. Çinlilerin Hiung-Nu (fiiyung-Nu) dedikleri Hunlar tarafından Orta Asya’da ilk Türk hâkimiyeti gerçekleştirilmiştir. İnsan, halk anlamına gelen Hun adını taşıyan bu Türklerin, Orta Asya’da Büyük Hun, Orta Avrupa’da Avrupa Hunları, Kuzey Hindistan’da da Ak Hunlar adıyla üç ayrı yer ve zamanda siyasi devletler meydana getirdikleri görülmektedir.
Tarihte bilinen ilk büyük Türk devleti Büyük Hun İmparatorluğu'dur. MÖ 7. yüzyılda yapılan Türk göçlerine katılmayan Türk topluluklarınca kurulan Büyük Hun İmparatorluğu, ilk dönemlerde Orhun ve Selenga ırmakları ile Ötüken ve Ordos bölgesinde yaşamışlardır. Büyük Hun İmparatorluğu hakkında ilk bilgiler, MÖ 318 yılına ait Çin ile yapılan ve Çince yazılmış bir antlaşma metnidir. Nitekim Hun Türklerinin akınlarından korunabilmek amacıyla Çin Seddi’nin 3. yüzyılın sonlarında tamamlandığı bilinmektedir. Bu antlaşma ayrıca, Orta Asya tarihinde bilinen ilk yazılı antlaşmadır. İmparator Shih-Huang-ti (MÖ 247-210) Hun akınlarını durdurmak amacıyla, kuzey sınırında inşa edilmiş olan kale ve kuleleri bir duvarla birleştirerek ünlü Çin Seddi’ni meydana getirmiştir (MÖ 214).
1) Teoman Dönemi (MÖ 220-209)
Hunların bilinen ilk hükümdarı olan Teoman’dan, Çin kaynakları Tuman olarak bahseder. Şanyü veya Tanhu unvanları ile de anılan Teoman, birbirinden ayrı yaşayan Türk boylarını birleştirerek tarihte ilk Türk birliğini sağlamıştır. 11 yıl hükümdarlık yapan Teoman Şanyü dönemindeki Türklerin askerî üstünlüklerinde, süvarilerin önemli bir yeri vardır. Çin’e karşı yapılan akınlarda önemli topraklar kazanan Türk süvarileri, Çinlileri zor durumda bırakmakla kalmamış, onları ünlü Çin Seddi bile durduramamıştır.
Teoman’ın en büyük oğlu ve veliahdı Mete idi. Fakat Teoman’ın başka bir eşinden bir oğlu daha vardı. Mete’nin üvey annesi onun yerine tahta kendi oğlunun geçmesini istediğinden Teoman’ı oğlu Mete’ye karşı kışkırtmıştı. Teoman, Yüeçilerin kuvvetli olduğu bu dönemde karısının da etkisinde kalarak Mete’yi Yüeçilere rehin olarak verdi. Ardından da Yüeçilere savaş açtı.
O tarihlerde Hunların en güçlü komşuları Tung-hular (Moğol-Tunguz kabilelerinin oluşturduğu birlik) ile Yüeçilerdi. Mete’nin Yüeçilerin elinde ne kadar süre rehin kaldığına dair bir bilgi yoktur. Bir fırsatını bulunca Mete, Yüeçilerin elinden kurtulmayı başardı. Geri dönmesine sevinen ve takdir eden babası, onun emrine 10.000 kişilik atlı bir kuvvet verdi. Mete çok disiplinli bir şekilde ordusunu yetiştirdi. Babasını, üvey annesini ve kardeşini kendisine bağlı askerleriyle öldürüp, Hun tahtını ele geçirdi. Başka bir rivayete göre ise Mete, bir av sırasında babasını öldürerek Hun tahtına geçmiştir.
2) Mete Dönemi (MÖ 209-174)
MÖ 209 yılında Mete, Şanyü unvanıyla Hun tahtına çıktı. Çin kaynaklarında Mao-tun olarak geçen bu hükümdara Türk tarihçileri Mete demiştir. Dünyanın en disiplinli ordusunu kuran Mete, ülke içindeki karışıklıkları önledi. Bu tarihlerde komşuları güneyde Çin İmparatorluğu, güneybatıda Yüeçiler, doğuda ise Tung-hular'dı .
Mete Han, ilk askerî zaferini kendisinden sürekli toprak isteyen Moğol kökenli Tung-hular üzerine yaptı. Onları ağır bir yenilgiye uğratarak topraklarını ele geçirdi. İkinci seferi için Mete, yönünü batıya, İpek Yolu’na hâkim olan Yüeçiler üzerine çevirdi. Onları da yenen Mete, İpek Yolu’nu kontrolü altına aldı (MÖ 203).



Hun-Çin İlişkileri
Mete, Yüeçilerden sonra Çin’e seferlere başladı. Bu sırada Çin’e Han sülalesi hâkimdi. Çinliler, Teoman zamanında, Çin’in kuzeyindeki otlakları Hunlardan almışlardı. Bu toprakları tekrar almak isteyen Mete, Çin’e karşı ilk seferine çıktı. Yapılan bu ilk seferin sonunda Çin sınırındaki Hun otlakları geri alındı (MÖ 201).
MÖ 197’de Çin imparatoru Kao-Ti bunun üzerine ordusuyla Mete’nin üzerine yürüdü. Ordusunu savaşa hazırlayan Mete bu arada bazı Çin beylerini de kendi yanına çekmeyi başardı. Öncü Hun birlikleriyle mücadele etmekten yorulan Kao-Tinin 320 bin kişilik ordusunu Mete, pusuya düşürmeyi başardı ve onları yendi. Kaçan imparator Kao-Ti, Pai-teng yaylasındaki bir kaleye sığınmak zorunda kaldı. İmparatoru takip eden Mete onu kalede kuşattı. Daha sonra barış ve dostluk antlaşması imzalandı (MÖ 197). Bu antlaşmaya göre Çin, Sarı Irmak’ın güney taraflarını Hunlara terk etti. Ayrıca Çin; yiyecek ve ipek vermeyi, yıllık vergi ödemeyi de kabul etti. Bu antlaşma Doğu Asya tarihinde iki büyük devlet arasında imzalanmış ilk uluslararası antlaşmadır.
Mete Han, bütün Çin ülkesini egemenliği altına alabilecek güce sahip olduğu halde, bunu yapmadı. Mete’nin böyle davranmasında Çin topraklarının geniş bir alana yayılmış olması ile Çin nüfusunun çok oluşu etkili olmuştur. Mete, Çin’in fethiyle buralara yerleşecek olan Türklerin Çin kültüründen etkilenerek benliklerini yitirip yok olacaklarını düşünüyordu. Bu nedenle sadece Çin’i baskı altında tutup, vergiye bağlamakla yetindi.
Büyük Hun Hükümdarı Mete, MÖ 174 yılında öldüğünde devletin sınırları; doğuda Kore’ye, batıda Aral Gölü’ne, kuzeyde Sibirya’ya, güneyde ise Çin Seddi ve Tibet yaylası ile Karakurum dağlarına kadar uzanıyordu. Büyük Hun İmparatorluğu’nun askerî ve idari teşkilatı, ekonomik ve sosyal yapısı, hukuk ve sanatı kendisinden sonraki Türk devletlerince de örnek alınmıştır.
3) Ki-ok Dönemi (MÖ 174-160)
Mete Han’ın ölümünden sonra yerine oğlu Ki-ok geçti. Ki-ok, babasının ölümüyle ayaklanan Yüeçilerin üzerine yürüdü ve onları batıya sürdü. Hunlar karşısında tutunamayan Yüeçiler batıya göç ederek MS I.yüzyılda bugünkü Afganistan, Pakistan ve Kuzeybatı Hindistan’da Kuşhan Devleti’ni kurdular.
Ki-ok, MÖ 166 yılında Çin’e sefer düzenleyerek başkentteki imparatorluk sarayını yaktı. Bu seferden sonra Çin ile olan ekonomik ve siyasi ilişkileri geliştirmek için, babası gibi Çinli bir prensesle evlendi. Siyasi amaçla yapılan bu tür evlilikler, genellikle Türk devletleri için istenmeyen sonuçlar doğurmuştur. Kalabalık bir heyetle gelen Çinli prenseslerin ekibinde casuslar da yer aldığından, bu casuslar Türk boyları ve Türk beylerini birbirine düşürmekten geri durmuyorlardı.
4) Kün-Çin (Cün-Çin) Dönemi (MÖ 160-126)
Ki-ok’tan sonra Hun tahtına oğlu Kün-Çin geçti. Çin bu dönemde ekonomik açıdan çok güçlenmişti. Çin’in en büyük amacı Büyük Hun İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak İpek Yolu’na tek başına hâkim olabilmekti. Bunun için çok sinsi bir politika izleyen Çin, Çinli prenseslerin ekibinde yer alan casuslar sayesinde Hun beyleri ile Büyük Hun İmparatorluğu bağlı diğer Türk boyları arasına nifak sokarak iç karışıklıkların ve isyanların çıkmasına ortam hazırladı. Ayrıca Türk ülkesine ticaret yoluyla ipek ve lüks eşyalar sokarak halkı rahata ve lükse alıştırdı. Zamanla ülke içinde huzursuzluklar ve kargaşalıklar çıktı. Bazı Hun beylerinin de Çin İmparatoruna sığınması Hun-Çin savaşlarının çıkmasına zemin hazırladı.
Kün-Çin döneminde uzun süren Çin savaşları, Büyük Hun İmparatorluğu’nu temelden sarsarak yıkıma doğru giden bir sürece soktu. Kün-Çin’in ölümü sonrasında bu süreç hızlanarak, isyanlar ve taht kavgalarının başlamasına neden olmuştur.
Büyük Hun İmparatorluğu’nun Parçalanışı ve Yıkılışı
Büyük Hun İmparatorluğu’nun Çinliler karşısındaki üstünlüğünün sona ermesi, Çinlilerin ödedikleri vergiyi ve ipeği kesmesine neden oldu. Bu durum Büyük Hun İmparatorluğu'nu ekonomik açıdan zor durumda bıraktı. Hunların tekrar güç toplayıp Çin’e karşı başlattıkları başarılı savaşlar sonucu kazanılan zaferler de kalıcı olamadı. Bu olumsuz gelişmeleri değerlendirmek isteyen Çinliler, Hunlara karşı akınlarını artırdılar. Bu akınların sonucunda İpek Yolu’nun hâkimiyeti MÖ 60’da Çinlilere geçmiştir. Bu durum karşısında Hun hakanı Ho-Han-Yeh (MÖ 58-31), Çin himayesine girmekten başka çare olmadığını düşündü. Bu düşünceye kardeşi Çi-Çi karşı çıktı. Bu düşünceyi utanç verici bulan Çi-Çi, Ho-Han-Yeh’in hükümdarlığını tanımadı ve devletin siyasî birliği parçalandı, Doğu Hunları ve Batı Hunları olarak ikiye bölündü (MÖ 58).
Batı Hunlarının başına geçen Çi-Çi, Çu ve Talas ırmakları arasındaki bölgeye yerleşerek ülkesini kurdu. Çi-Çi bu bölgede çevresi surlarla çevrili bir başkent inşa etti ve Çinlilerle mücadeleye başladı. MÖ 36 yılında Çi-Çi’nin başkentini kuşatan Çinliler, Çi-Çi’ye teslim ol çağrısı yaptılarsa da Çi-Çi kahramanca savaşarak ölmeyi tercih etti. Çin hâkimiyetine giren Doğu Hunları ise, hükümdarları Ho-Han-Yeh’in ölümü ile Çinlilere karşı tekrar mücadeleye giriştiler. Hükümdarları Yu-Tanhu (MÖ 18-46) zamanında tekrar bağımsızlıklarına kavuşarak, kuzeye doğru topraklarını genişletmişlerse de Yu-Tanhu’nun ölümü ile iç karışıklıklar tekrar başladı. Bu olumsuzlukların yanında birde Yu-Tanhu’nun oğulları arasında başlayan taht kavgaları, devletin tekrar Kuzey ve Güney Hunları diye ikiye ayrılmasına neden olmuştur (48).
Kuzey Hunları Çungarya’dan Orhun’a kadar olan bölgeyi, Güney Hunları ise Çin Seddi’nin kuzeyindeki topraklara sahip oldular. Kuzey ve Güney Hunları arasındaki en önemli fark, Güney Hunlarının Çin’e tabi olmasına karşılık, Kuzey Hunlarının bağımsızlıklarını korumak için mücadele etmeleridir. Çin ordularının ve doğudan da Siyenpiler’in saldırıları Kuzey Hunlarını iyice zayıflattı ve 156 yılında Siyenpiler tarafından yıkıldılar.
Batı Hun İmparatorluğu



Büyük Hun İmparatorluğu M.Ö. 46 yılında Çiçi Yabgu ve Ho-Han-ye kardeşler arasında Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı. Batı Hunlarını; Çiçi Yabgu, Doğu Hunlarını Ho-Han-Ye Kağan (Şenyu) yönetti. Ho-Han-Ye'nin ölümünden sonra Doğu Hunları Panu ve yeğeni Pi'nin taht kavgasına sahne oldu. M.S. 48 yılında Doğu Hunları; Kuzey ve Güney olarak ikiye ayrılmıştır. Kuzey Hunlarını Pi, Güney Hunlarını Panu yönetmiştir. Güney Hunları yani Panu'nun yönettiği bu ülke Türk Tarih literatürüne Batı Hun İmparatorluğu olarak geçmiştir. Çin egemenliği gölgesinde yönetilen bu imparatorluk Talas'ın doğusunda Çin'e kadar olan topraklara egemendi.

Çiçi Yabgu'nun yönettiği Batı Hunları ise Aral gölü, Batı Türkistan ve Karadeniz'in kuzeyine kadar olan bölüme egemen olmuştur. Göktürk İmparatorluğu'nun kurulmasıyla Avrupa'ya göç ederek Avrupa Hun İmparatorluğu'nun temelini oluşturmuşlardır.

Panu yönetimindeki Batı Hun İmparatorluğu yıkılmasıyla halefleri gittikçe Çinlileşen küçük Türk devletleri kurmuşlardır. Türk Tarih literatüründe bunlar "Hun ardılları" olarak adlandırılır. Bunlar;

Birinci Chao Hun Devleti (304-329)



İkinci Chao Hun Devleti (328-352)



Hsia Hun Devleti (407-431)



Kuzey Liang Hun Devleti (401-439)



Lov-lan Hun Devleti (442-460)

Türk Tarih literatüründe üç tane Batı Hun İmparatorluğu ismine rastlanmaktadır.

1) 16 Büyük Türk devleti içerisinde sayılan Batı Hun İmparatorluğu; Panu yönetimindeki Güney Hunları'dır.



2) Asıl Batı Hunları; Avrupa Hunlarının atalarını teşkil eden Çiçi Yabgu'nun yönettiği Batı Türkistan'ı kapsayan devlettir.



3) Avrupa Hun İmparatorluğu da Batı Hunları olarak bazı kaynaklarda anlatılmaktadır ama Avrupa Hunları demek doğru olanıdır.

Batı Hun İmparatorluğu Hükümdarları

1) Panu Yabgu (46 - 83)



2) Sanmuldutzu Yabgu (83 - 84)



3) Yuliu Yabgu (84 - 89)



4) Yuçukien Yabgu (89 - 93)



5) Ankuo Yabgu (93 - 94)



6) Tingtoşi - Suyheuti Yabgu (94 - 98)



7) Vanşiçi - Suyti Yabgu (98 - 124)



8) Vuçihu - Şihço Yabgu (124 - 127)



9) Tejoşi - Suytsieu Yabgu (127 - 140)



10) Çenieu Yabgu (140 - 143)



11) Hulanjoşi Suytsieu Yabgu (143 - 147)



12) İlingşi - Suytsieu Yabgu (147 - 172)



13) Totejoşi - Suytsieu Yabgu (172 - 177)



14) Huçing Yabgu (177 - 179)



15) Kiangkiu Yabgu (179 - 188)



16) Teçişi - Suyheu Yabgu (188 - 195)



17) Huçutsiuen Yabgu (195 - 216)





Avrupa Hun İmparatorluğu

IV. yüzyılın sonlarına doğru Balamir’in önderliğinde batıya doğru göç eden Hunlar, Kavimler Göçü’ne neden olmuşlardı. Hunların bir kısmı Doğu Anadolu’ya yönelirken, bir kısmı da Balamir’in ölümünden sonra, oğlu ya da torunu olduğu sanılan Ildız’ın liderliğinde Karpat dağlarını aşıp Macaristan’a girerek Avrupa Hun İmparatorluğu’nu kurdu.

Ildız Dönemi

Avrupa Hun İmparatorluğu’nun dış politikası Ildız zamanında belirlenmiştir. Bu politikaya göre; Bizans baskı altında tutulacak ve Cermen kavimlerine karşı Batı Roma İmparatorluğu ile işbirliği yapılacaktı. Hunların Tuna boylarında görülmesi Kavimler Göçü’nün ikinci büyük dalgasını başlattı. Bunun sonucunda Barbar Kavimleri Roma topraklarına girmeye başlayınca, Batı Roma Ildız’dan yardım istemiştir. Ildız, bir yandan Batı Roma’yı Germen (Barbar) kavimlerden kurtarmış, bir yandan da Vandal, Süev, Alan gibi Germen kavimlerini Ren Nehri ötesine, Galya’ya (Fransa) göçe zorlamıştır.

409 yılında Tuna’yı geçen ve Bizans’a gücünü göstermek isteyen Ildız, kendisiyle barış görüşmeleri yapmak için gönderilen Bizans elçisine "Güneşin battığı yere kadar her yeri zapt edebilirim" diyerek meydan okumuştur. Ildız zamanında Hunlar, Orta Avrupa’dan Hazar Denizi’nin doğusuna kadar uzanan geniş topraklara sahip olmuşlardır. Onun çalışmaları sonucunda Hunlar, V yüzyılda merkezi otoriteye sahip kuvvetli bir devlet olarak ortaya çıktılar. Ildız’ın 410 yılında ölümünden sonra yerine Karaton geçti. On yıl kadar hükümdarlık yapmış olan Karaton dönemi ile ilgili bilgiler son derece azdır.

Rua Dönemi

Karaton’dan sonra 422 yılında, Hun hükümdar ailesine mensup dört kardeşten biri olan Rua, ülkeyi diğer kardeşleri Muncuk, Oktar ve Aybars ile birlikte yönetti. Rua, Bizans’ın Hun Ordusunu isyana kışkırtmak ve bağlı kavimleri Hunlardan ayırmak amacıyla, Hun topraklarına gönderdiği casusları bahane ederek Bizans üzerine bir sefer düzenledi (422). Hiç bir direniş gösteremeyen Bizans, ağır bir vergiye bağlandı. Bu sırada Batı Roma, iç karışıklıklar içinde bulunuyordu. Bu durumdan yararlanmak isteyen Bizans imparatoru II. Theodosius (408-450) İtalya üzerine ordu ve donanma gönderdi. Bu gelişmeler sonucunda Batı Roma Rua’dan yardım istedi. Hun hükümdarı Rua da, 60 bin kişilik bir kuvvetle İtalya üzerine yönelince, II. Theodosius savaşmayı göze alamadan çekilmek zorunda kaldı. Buna rağmen Bizans, fırsat buldukça Hun idaresinde yaşayan toplulukları kışkırtmaktan da geri durmuyordu. Bunun üzerine Rua, Bizanslı tüccarların Hun ülkesinde ticaret yapmalarını ve ücretli asker toplamalarını yasakladı. Bizans üzerine yapacağı yeni bir sefere hazırlanırken 434 yılında öldü. Yerine kardeşi Muncuk’un oğlu Attila geçti.

Attila Dönemi

Rua’dan sonra Hunların başına Attila ve kardeşi Bleda birlikte geçtiler (434). Attila, babasını küçük yaşta kaybettiğinden dolayı amcası Rua’nın yanında yetişmiş, birlikte savaşlara katılmış, devlet yönetimini ve Hun siyasetini öğrenme fırsatı bulmuştu. Her ne kadar büyük kardeşi Bleda ile tahtı paylaşmış ise de, tüm yetkiler Attila’da olmuştur.

Attila, Hun-Bizans ilişkilerini yeniden düzenlemek istiyordu. 434 yılında Attila’nın, Rua’nın Bizans üzerine yapmayı düşündüğü ve yapamadığı sefer için hazırlıklara başladığını öğrenen Bizanslılar, ona barış elçileri gönderdiler. Hun hükümdarı Attila da elçileri, Tuna ve Morova nehirlerinin birleştiği yerde bulunan Margos Kalesi önünde karşıladı. Attila isteklerini, barış koşulları olarak yazdırdı. Böylece 434 yılında Bizans ile Margos Antlaşması imzalandı. Antlaşmaya göre;

- Bizans, Hunlara ödemekte olduğu vergiyi iki katına çıkaracak,



- Bizans, Hunlara bağlı kavimlerle görüşmeler ve antlaşmalar yapmayacak,



- Ticari ilişkiler sınır kasabalarında devam edecek,



- Bizans, elinde bulundurduğu Hun esirlerini iade edecekti.

Bleda’nın 445 yılında ölmesi üzerine Attila tek başına Hun hükümdarı oldu. Attila’nın amacı, Doğu ve Batı Roma imparatorluklarını egemenliği altına almaktı.

Attila’nın Batı Roma’ya Yardımı

Attila, Margos Antlaşması’ndan sonra ülkenin doğu bölgesini denetimi altına aldı. Volga boylarındaki Ak-Oğurların ayaklanmalarını bastırarak itaat altına aldı (435). Bu sırada iç karışıklıklar içinde bulunan Batı Roma, Hunlardan yardım istedi. Romalı komutan Aetyus’a yardıma gelen Hun birlikleri isyanları bastırdı. Oktar komutasındaki bir Hun ordusu Burgondlara karşı büyük bir zafer kazandı (436). Bu savaş ile ilgili olarak zamanla efsaneler türemiş ve Almanlar’ın ünlü Nibelungen destanlarının konusunu Hun-Burgond mücadelesi oluşturmuştur.

Attila’nın Seferleri

I. Balkan Seferi (441–442)

Bizans’ın Margos Antlaşması’nın şartlarına uymaması, Bizanslı tüccarların ticari ilişkilerde sahtekârlık yaparak Hunları aldatmaları üzerine Attila, Bizans üzerine sefere çıktı. Doğu Trakya’ya kadar ilerleyen Hun ordusundan çekinen Bizans barış istedi (442). Yapılan bu antlaşmaya göre; Bizans ödemekte olduğu vergiyi artıracaktı. Ayrıca bazı sınır kaleleri ile Tuna boyundaki kaleleri ele geçiren Attila, böylece Balkanlar’ın yolunu Hun ordularına açtı.

II. Balkan Seferi (447)

Bizans’ın, Hun kaçaklarını geri vermekte ağır davranması, Hun yönetimindeki bazı Germen kavimlerini kışkırtması, yıllık vergisini ödemek istememesi gibi nedenlerden dolayı Attila, yeniden Bizans üzerine sefere çıktı (447). İkiye ayrılan Hun ordusunun bir kolu Yunanistan’a girip Teselya’ya kadar ilerledi. Attila’nın yönetimindeki diğer kol ise Sofya, Filibe ve Lüleburgaz şehirlerini ele geçirip Büyük Çekmece önlerine kadar sokuldu. Bizans İmparatoru II. Theodosius barış istemek zorunda kaldı.



Bizans elçisi Anatolyos ile Attila arasında yapılan bu antlaşmaya Anatolyos Antlaşması denir. Buna göre;

- Bizans, ödediği yıllık vergiyi üç katına çıkaracak, Bizans, savaş tazminatı ödeyecek,



- Niş’de bir ortak pazar kurulacak,



- Tuna’nın güneyinde beş günlük mesafedeki yerler askerden arındırılacaktı.

Batı Roma (Galya) Seferi (451)

Bizans üzerinde kesin egemenlik kurduğuna inanan Attila, bu sefer de Batı Roma’ya yöneldi. Batı Roma üzerine yapacağı sefere bir bahane bulması gerekiyordu. Kendisine daha önce bir nişan yüzüğü gönderen İmparator II. Valantien’in kız kardeşi Honoria’nın (Honorya) teklifini kabul ettiğini bildirdi. Çeyiz olarak da imparatorluğun yarısını istedi. Bu isteğinin kabul edilmemesini savaş sebebi sayan Attila Batı Roma seferine çıktı. İki ordu, Batı Roma’nın asker deposu sayılan Galya’nın Katalon Ovası’nda karşılaştı. Batı Roma ordusunun başında Aetyus (Aetius) adında bir komutan bulunuyordu. Yapılan savaş çok şiddetli geçti. Bir gün boyunca kıran kırana süren savaşın galibi belli değildir. Ancak bu savaştan sonra, Romalı General Aetyus’un gözden düşmüş olması ve bir yıl sonra Roma üzerine yürüyen Attila’nın karşısına askerî bir güç çıkaramamaları, Batı Roma İmparatorluğu’nun asker deposu durumunda olan Galya’yı saf dışı bıraktığının delilidir. Attila’nın karşısına Roma ordusunun çıkmaması, Romalıların bu savaşta çok büyük kayıplar verdiklerinin bir kanıtıdır.

İtalya Seferi (452)

Attila, zaman geçirmeksizin destekten mahrum kalan ve iyice gözden düşen İtalya’ya, 452 yılında yüzbin kişilik bir orduyla Alpleri aşarak girdi. İtalya, Attila’nın karşısına bir ordu çıkaramadı. Roma Senatosu büyük bir korku içine düştü ve hemen barış görüşmeleri için, Papa I. Leon başkanlığında bir heyeti Attila’ya gönderme kararı aldı.

Papa I. Leon, Attila’dan tüm Hrıstiyanlık dünyası adına Roma’yı bağışlamasını istedi. Attila eski bir uygarlık merkezi olan Roma’yı tahripten kaçınıp, Papa’nın ricasını kabul etti ve geri döndü. Attila, Bizans’ı ve Batı Roma’yı etkisiz hale getirdikten sonra, yönünü İran’daki Sasanî İmparatorluğu’na çevirdi. Bu devletinde egemenlik altına alınması ile Hunlar dünya egemenliğini gerçekleştirebileceklerdi. Ancak, Attila İtalya seferi dönüşünde 453 yılında öldü ve bu seferini gerçekleştiremedi.

Attila öldüğünde, Hun sınırları batıda Danimarka ve Ren Nehri’ne, doğuda ise İtil (Volga) Nehri ötesine uzanıyordu. Attila, tarihin yetiştirdiği büyük devlet adamlarından biridir. Onun adı günümüze kadar dillerden düşmemiş, onun adına operalar bestelenmiş, filmler çevrilmiş, resimleri ve heykelleri yapılmıştır. O, güçlü bir iradeye sahipti. Ciddi ve büyük işler yapmaya yetenekli, sadeliği seven ve mütevazı bir hükümdardı.

Avrupa Hun İmparatorluğu’nun Yıkılışı

Attila öldüğü zaman arkasında İlek, Dengizik ve İrnek adlarında üç oğul barakmıştı. Yerine geçen oğulları, devlet idaresinde başarılı olamadılar. Taht için yapılan kavgalar Hunları zayıf düşürdü. İlk olarak Hunların başına geçen İlek, ayaklanan Germen kavimleriyle savaşırken öldü (454).Yerine geçen Dengizik ise zeki idi fakat siyasî yönden yeterli değildi. Doğu Roma ile yapılan bir mücadelede o da öldü (469). İrnek, Hunların Batı ve Orta Avrupa’da tutunmalarının mümkün olmadığını anlamıştı. Bu nedenle Hunların büyük bir kısmı ile Karadeniz’in kuzeyindeki geniş düzlüklere çekildi. Hunların bir kısmı buradan Orta Asya’ya geri döndü. Bir kısmı ise Avrupa’ya doğru ilerleyen Avarlara katıldı. İrnek idaresindeki bu Hun topluluğu daha sonraları Bulgarların ve Macarların devlet olarak ortaya çıkışında önemli rol oynadılar.

Avrupa Hun İmparatorluğu Hükümdarları

1) Balamir (375 - 395)



2) Karaton(395 - 415)



3) Muncuk (415 - 425)



4) Oktar (425 - 430)



5) Rua (430 - 434)



6) Bleda (434 - 445)



7) Attila (445 - 453)



8) İlek (453 - 454)



Ak Hun İmparatorluğu


Büyük kısmı Volga'dan batıya geçen Hunlardan, Güney İran'a ve Batı Afganistan'a inen bir bölük olduğu tahmin edilen Orta Doğu Hunları'nın hiç olmazsa, Ak Hun-Eftalit devleti hanedan ailesi ile hakim zümresini teşkil ettikleri ileri sürülmüş; veya bu devlet, Töleslerden Chao-ché (Kao-kü)= Uygurların ataları)'lere bağlı Hua kolu mensuplarının Cungary bozkırlarından Horasan bölgesine geçerek 5. asrın ortalarına doğru bir siyasî teşekkül haline gelmesi ile ilgili görülmüştür. Hun tarihinin bu noktası oldukça karanlık bir manzara taşımaktadır. Hakimiyetini Hazar kıyılarında Kuzey Hindistan'a, Afganistan'a, îç Asya'ya kadar genişleten bu kavmin veya kavimler topluluğunun çeşitli vesikalarda birbirinden farklı adlarla anılması durumu daha da karıştırmakta gibidir. Vaktiyle Ed. Chavannes Yeta'ların neş'et ettiği Hua (Hoa) topluluk adı ile "Hun" kelimesinin yakı ilgisi bulunduğunu düşünmüş ve J. Marquart türlü adlarla zikredilen bu kavmin, Priskos'daki Kidarita (Sasanî imparatorluğu hududunda Kafkaslarda oturan Hunlar)'lardan ibaret olduğunu ileri sürmüştü. Bizans'lı tarihçi Theophanes(8. asrın 2. yarısı)'e göre "Ephtalit" adı, Sasanî imparatoru Peroz (Fîrüz. 459-484)'u mağlüp eden Hun hükümdarı Ephtalanos'tan alınmıştır. Bu adın aslında, Eftalit paraları üzerinde görülen Hephthal-khion olduğu ve birinci kelimenin sülale adını, ikincisinin de kavim ismini gösterebileceği bildirilmiştir. Diğer taraftan İskenderiyeli Kosmas İndikopleustes (545-549 arası) ile Bizans tarihçisi Prokopios (545-550 arası)'un eserlerinde ve eski Hind vesikalarında aynı kavimden Ak Hunlar(Bizans: Devkhoi Ounni; Hind: Şveta-Huna) diye bahsedilmiştir. 520 yılında Ak Hun-Eftalit hükümdarını ziyaret eden Çinli seyyah Song Yün'ün notlarından bu kavmin Hunlarla akrabalığı anlaşılıyordu. 5. asrın ilk yarısında Sasanîlerle çarpışan Ak Hun hükümdarı "Khakan" unvanını taşıyordu ve Afganistan bölgesindeki Ak Hun prensinin unvanı da "Tegin" idi. Bölge yerli halkının İranî asıldan olduğu şüphesizdir.

Ak Hun-Eftalit meselesi, son zamanlarda bilhassa K. Czegledy'nin geniş araştırması ile oldukça açıklık kazanmış görünüyor. Buna göre, tarihî gelişme M. 350 yıllarında Altaylar havalisinden batıya doğru cereyan eden büyük göç hareketi ile ilgilidir. İç Asya'da Hun idaresinden sonra iktidara gelen Siyenpilerin yerine kurulan büyük Juan-juan devletinde Uar ve Hun adlarında iki kabile grubu 350'lilerde bilinmeyen bir sebeple o devletten ayrılarak bugünkü Güney Kazakistan bozkırına gelmiş, buranın eski Hun halkını Volga'ya doğru ittikten (Avrupa Hunları) az sonra güneye yönelerek Afganistan'ın Toharistan bölgesine inmişti. 367'ye doğru, buradaki eski Kuşan (Büyük Yüe-çi) ülkesine hükmeden "Kidarita" hanedanı (ihtimal İran asıllı)'nı da Baktria (Belh havalisi)'ya süren bu îç Asyalı kütle, söylendiği gibi, Uar (= Avar; ) ve Hun kabileler birliği idi. Bu birlik daha sonra Kangkü (Çu-Maveraünnehir) ve Sogd (Semerkand ve havalisi)'un hakimleri olarak (Çince'deki Hiung-nu ve Avrupa dillerindeki Hun şekilleri arasında mahallî söylenişlere göre bazı ufak değişiklikler gösteren) yukarıda sıraladığımız adlar altında anılmıştır. Hakimiyetini batıda Hirkania (Gurgan. Hazar denizinin güneyi)'ya kadar genişleten bu devlet 5. asır ortalarından itibaren Heftal adında yeni bir hükümdar ailesine sahip olmuş (bu ad ilk defa 457'de görülüyor) ve yıkıldığı 557 yılına kadar hem sülale, hem kavim olarak öteki adlar ve Ak Hun adı ile birlikte bu adı da taşımıştır. Yapılan tespitlere göre, devlette rol oynayan kabilelerden bazıları şunlardı: Kadis-hun (Herat civarında. Pers kaynaklarında Hvon, Prokopios'da Eftalit diye zikredilen bu kabile sonra İran'ın batısına göçmüştür; "Kadisiya" yer adının menşei), Zavul (Zabul; bundan Zabulistan), Çol (Çöl? Gurgan = Curcaniye, havalisinde), Kernıikhion (Karmir-hyon= Kızıl? Hun), Askil-Eskil Bunlardan hiç olmazsa bir kısmının yerli olduğu aşikardır.

Sogd bölgesini ele geçirdikten sonra İran üzerine baskı yapan Uar-hunların 9 yıl kadar süren (358'e doğru) şiddetli hücumları karşısında yıkılma tehlikesi geçiren Sasanî imparatorluğu Şapur II'nin gayretleri ile kurtuldu. Hatta iki taraf arasında ittifaka varan bir antlaşma oldu ve bu durum üç nesilden fazla bir süre devam etti (bu arada, Şapur'un, 359'da Amida (Diyarbakır)'yı kuşatmasında yardımcı olarak Hun kuvvetleri de bulunmuştu). Fakat Bahram Gor zamanında (420-438) başlayan yeni taarruzlar (427'den itibaren), Sasanîleri sarstı. Sogd bölgesinden Ceyhun'un güneyine doğru gelişen istila hareketinin Bahram Gor tarafından başarı ile durdurulması onun en şöhretli ("kurtarıcı") İran imparatorlarından sayılmasına vesile oldu. Halefi Yazdgird II zamanının (438-457) sonlarına doğru Uar-Hun (Ak Hun)'ların başında büyük hükümdar, Eftal (Abdel) hanedanından, Kün-han (Kun-han Priskos'da Kougkhas, İslam kaynaklarında Akh.ş.n.var vb.) îran iç işlerine karışarak, himayesine aldığı veliaht Peroz(Fîrüz)'u Sasanî tahtına çıkarmış (459-484), hakimiyetini Kuzey Hindistan'a doğru genişleterek orada, başında Skandagupta'nın bulunduğu Gupta devletini dağıtmıştı (470'e doğru). 484 yılında Ceyhun kıyılarında Ak Hun-Eftalitler tarafından mağlup edilerek Herat bölgesini kaybeden ve yıllık vergiye bağlanan Sasanîler'in bu sırada geçirdiği dinî-içtimaî bir sarsıntı ülkelerini ihtilale sürükledi. Bu, Mazdek isyanı idi. Mazdek, Mani inancındaki "ikili" telakki (ışık-karanlık, iyilik-kötülük mücadelesi) üzerine sosyal huzursuzluk amillerini de ekleyerek, o tarihlerde yorulan ve iktisadî darlık içine düşen topluluğu kurtarmak iddiası ile düşüncelerini yaymağa başlamıştı. Buna göre, insanların saadetini bozan iki unsur vardı. Biri servet, diğeri kadın. Bunlardan her ikisi de herkesin ortak malı olduğu takdirde yeryüzünden kötülük kalkacaktı. Bu tipik komünist propaganda neticesinde arazi ve servet sahipleri ile aile müessesesine karşı kışkırtılan halk, Mazdek ve müritleri tarafından ayaklandırıldı. Din adamları ve asiller öldürüldü, kadınlar tecavüze uğradı, evler ve konaklar yağmalandı, tahrip edildi. Devletin sıhhat kazanacağı hususunda Mazdek'e inanmak gafletini gösteren Şah Kavad (veya Kubad, 488-496 ve 498-531) da hapsedilmişti; fakat o kurtulmak imkânını bularak komşu Ak-Hunlara sığındı (496). İran'da olup bitenleri yakından takip eden Ak Hun hükümdarı, insanlık yararına hiçbir şey göremediği Mazdek hareketini kırıp yok etmek için, Kavad'ı 30 bin kişilik Hun süvari birliği başında İran'a gönderdi. Bu suretle Şah, ihtilali bastırdı (498-499) ve hadiselerin gelişmesinden felaketin derecesini kavrayan halkın da yardımı ile Mazdek ve taraftarları yakalanarak idam edildi. Tabiatiyle, temizlik ve ülkenin sükûnete kavuşturulması uzun bir zamana ihtiyaç gösterdiğinden, Sasanî imparatorluğunda hak, adalet ve mülkiyet esasında normal nizam, daha ziyade, Kavad'ın oğlu Husrev I. Anüşîrvan (531-579) devrinde kurulmuştur ki, bu şehinşah tarihte "Adil" lakabı ile anılır.

Çin kaynaklarına göre, iç Asya'da Hoten, Kuça, Aksu, Kaşgar ve etrafını hakimiyetlerine alan Ak Hun-Eftalitler bu arada Kuzey Hindistan'ı da zaptetmişlerdi. Bu harekat "Tegin" unvanını taşıyan ve Kabil'de oturan Toramana adındaki başbuğ tarafından idare edilmişti199. 6. yüzyılın ilk yarısında ise Toramana'nın oğlu Mihiragula (Gollas, 515-545) imparatorluk güney kanadının en azametli hükümdarı görünmektedir. Ordusunda daima 700 savaş filinin bulunduğu rivayet edilir. Fakat Budist rahipler (Song Yün ve ondan bir asır sonra buraya gelen Hiuen-tsang) bu "Huna kralı"ndan hoşlanmamışlardır. Çünkü Mihiragula Budizmi ülkesi halkı için tehlikeli sayıyor ve Budistleri kontrol altında tutuyordu. Buna karşılık, İskenderiye'den Hindistan'a giden tüccar (sonra keşiş) Kosmas tarafından ve 530 tarihli Gwalior kitabesi ile Sanskrit yazılı "Keşmir Vekayinamesi"nde Mihiragula Hindistan'ın en büyük hükümdarı olarak tasvir edilmektedir.

İran'da Anüşîrvan büyük bir devlet adamı olarak belirdikçe Ak Hun-Eftalitler sönükleşti. 552 yılında Orta Asya'da Göktürk hakanlığı kurulup İstemi Yabgu, Maveraünnehir bölgesinde faaliyete geçtiği zaman ise, iki büyük imparatorluk arasında sıkışan Ak Hun-Eftalit devletinin, Göktürklerin mücadeleye giriştikleri Juan-juanlarla olan siyasi ve sıhrî rabıtaları da fayda vermedi. Anüşirvan ve İstemi'nin ortaklaşa hareketleri neticesinde Ak Hun iktidarı yıkıldı ve ülke Göktürklerle İranlılar arasında paylaşıldı (557).

Üç kol halinde gelişmiş olan Hun siyasi hakimiyeti Kafkasya'daki (Derben kuzeyi- Hazar denizi arasında) Hunların Hazar hakanlığı idaresine girinceye kadar süren kısa hakimiyetleri dışında- bu suretle tarihe karışmakla beraber, Hunlara mensup Türk soyundan çeşitli kütleler , Büyük Hun, çağında şahsiyetini bulan zengin kültürleriyle göreceğimiz gibi, Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında Tabgaç, Göktürk, Türgiş, Karluk, Uygur, Oğuz, Bulgar, Sabar, Hazar, Kuman vb türlü adlar altında ve yeni güçlü devletler, imparatorluklar kurarak yaşamaya devam etmişlerdir. Türk milleti denilen büyük alemin çocukları olan bu kütleler, aynı zamanda Rus, Macar, İslav-Bulgar, Romen, Gürcü devletlerinin kuruluş ve gelişmelerinde başlıca rol oynamışlar ve daha sonraki bütün Türk-İslam siyasi teşekküllerine askeri, hukuki ve sosyal yönlerden ana kaynak vazifesi görmüşlerdir.

Ak Hun İmparatorluğu Hükümdarları

1) Aksuvar (420 - 470)



2) Toraman (496 - 502)



3) Mihirakula (502 - 530)



4) 530 - 567 yılları arasında kimin kağanlık yaptığı tespit edilememiştir.



Göktürk İmparatorluğu
Türk Tarihîndeki Önemi: Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul edenler Göktürklerdir. Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur.

Birinci Göktürk Kağanlığı
Göktürklerin tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Juan-Juanların hâkimiyetinde idi. Göktürkler de Altay dağları civarında, önemli bir siyasî güç hâlinde onlara bağlı olarak yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları demircilikle uğraşan Göktürkler, Juan Juanların silâhlarını imal etmekteydiler.

Göktürkler, daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce erişmişlerdi. Bu sıralarda başlarında Bumin bulunuyordu. Bumin, bir Türk boyu olan Töleslerin isyanını bastırması karşılığında Juan Juan Kağan'ının kızı ile evlenmek istedi. Ancak bu isteğinin kabaca geri çevrilmesi üzerine Bumin, üst üste vurduğu darbelerle onların bütün topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da öldürmüştür. 552 yılında meydana gelen bu olayla Göktürk İmparatorluğu'da kurulmuş oluyordu. İl-Kağan ûnvanını alan Bumin, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun İmparatorluğu'nun merkezinin bulunduğu Ötüken'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti.
Türk devlet geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat hâlinde teşkilâtlanmaktaydı. Devletin batı kanadı doğunun yüksek hâkimiyetini tanımak durumundaydı.
Bumin doğuda kağan olduğu zaman, küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla devletin batı kanadının başına geçti. (552-576). Bumin Kağan'ın devleti kurduğu yıl içerisinde ölmesi üzerine yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da erken ölümü ile kısa süren kağanlığının ardından, Bumin' in diğer oğlu Mukan Kağan'ı (553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz. Onun zamanında İstemi Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan Kağan, devleti daha da güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin üzerinde baskı kurmuştur.

Devletin batı kanadını idare eden İstemi Yabgu, kısa zamanda, Altayların batısını Isık göl ve Tanrı dağlarına kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri sonucunda, Orta Çağ'ın en büyük iki devleti Sasani ve Bizans imparatorlukları ile ilişkiler kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit) devleti, Sasanilerle iş birliği yapılarak ortadan kaldırıldı . Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır olmak üzere iki devlet arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler egemenliklerini Kuzey Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır.
Göktürkler'le Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu. Sasanilere karşı Bizans ile iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir elçilik heyeti gönderdi.
İmparator II.Justinos tarafından kabul edilen bu heyet, aynı zamanda Orta Asya'dan Doğu Roma'ya giden ilk resmî heyetti (568). Bizans da ipek ticaretinde Sasaniler'in aracılığından memnun değildi. Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik heyeti göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu ittifak neticesinde 571 yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları başlamıştır. Bu savaşlar her iki devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır. Dünya tarihinde çok önemli gelişmelere yol açan bu duruma, İstemi'nin batı siyasetinin katkısı büyüktür.
Mukan Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi Tapo geçti. Ağabeyinden sağlam bir devlet düzeni devralan Tapo, daha çok kültür meseleleri ile uğraşmıştır. O'nun zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Tapo devri Göktürk kağanlığının en parlak devri olmakla birlikte çöküşün de başladığı devirdir. O kağanlığın kendi idaresinde bulunan doğu kanadını ikiye ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu İşbara'yı, batıdaki kısma küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi ile çelişen Budizm'i benimsemiş olması hata olarak kabul edilmektedir. Çünkü büyük sürülere sahip olan atlı ve savaşçı Türklerle, et yemeyen, hayvanları bile öldürmeyen Budistlerin temel inançlarının uyuşmasının hiç imkânı yoktu.
Göktürk Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin görüldüğü bir sırada batı kanadının başında bulunan İstemi Yabgu öldü. (576)
İstemi'nin yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu geçti (576- 603). Kağanlığın doğu kanadında ise Tapo Kağan'ın 581 yılında ölmesi üzerine yerine kardeşinin oğlu İşbara kağan oldu.
İşbara'nın kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu, ihtirası yüzünden doğunun üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582 yılında resmen ikiye ayrılmış oldu.

Doğu Göktürk Kağanlığı
İşbara'nın kağanlığı zamanında Çin'in Doğu Göktürk Devleti üzerinde baskısını artırdığını görüyoruz. Onun 587 yılında ölümünden sonra, başa geçen kağanlar zamanında bu baskı ve Çin'e has entrikalar artarak devam etmiştir. Devlet Şi-pi Kağan devrinde (609-619) toparlanır gibi olmuş ise de, onun ölümü ile Çin tehdidi kendini tekrar göstermiştir. Nihayet Kie-li, kağanlığı zamanında, 630 yılında yapılan bir savaşta yenildi ve yakalanarak Çin'e gönderildi . Bu tarih, Doğu Göktürklerinin istiklalinin de sonu kabul edilir.
630 yılında başlayan Çin hâkimiyeti yarım yüzyıl sürdü. Bu süre içerisinde Çin'e karşı birçok ayaklanma gerçekleşmesine rağmen, bunların hepsi Çinliler tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştır. Bunlar içerisinde en dikkat çekeni, Kürşad isimli bir Türk prensinin 39 arkadaşı ile kalkıştığı ayaklanmadır. Bu ayaklanma hepsinin kahramanca ölümü ile sonuçlanmıştır. Ancak bu tür hareketler, Türklerin hürriyet ve istiklâl arzularını sürekli canlı tutmuştur.

Batı Göktürk Kağanlığı
582 yılında ikiye ayrılan bu iki Göktürk kanadı, hâkimiyet mücadelesi yüzünden birbirlerinin düşmanı hâline gelmişlerdi. Batı Göktürklerinin başında bulunan İstemi Yabgu'nun oğlu Tardu, bir yandan doğuya üstünlüğünü kabul ettirmek için uğraşırken, bir yandan da batıda yeni fetihlere girişmişti. Bu faaliyetleri neticesinde Maverâünnehir ve Harezm bölgesi yanında Ötüken, Kuzeybatı Moğolistan ve Kaşgar'a kadar hâkimiyetini genişletti. Ancak Tardu, Göktürk birliğini sağlamak için çok şiddetli davranıyordu. 601 yılında Çin başkenti yakınlarında yapılan savaştan sonuç alınamaması pek çok Türk ve yabancı kavimlerin isyanına sebep oldu. Tardu, bu isyancılar ile baş edemeyerek 603 yılında tarih sahnesinden çekildi. Tardu'dan sonra Batı Göktürklerinde iç karışıklıklar uzun yıllar devam etti. Bir ara Tardu'nun torunu olan Tong-Yabgu zamanında (619 -630) devlet nizamı sağlanmış ise de 630 yılında bir mücadelede ölmesi, Batı Göktürklerinin sonunu hazırlamıştır. 630 yılı Göktürk tarihî için kara bir yıl olmuş, her iki Göktürk devleti de aynı yıl içerisinde Çin'e bağlanmıştır.

İkinci Göktürk Kağanlığı
630 yılında başlayan 50 yıllık esaret döneminde Çin, Türk kavimlerini durmadan yerinden oynatır, parçalar ve böler. Yapılan ayaklanmalar da çok kanlı bir şekilde bastırılır. Ancak bu baskı ve şiddet dönemi Türklerin millî benliklerini yok edemez. Aksine Türklerdeki millî şuuru daha da perçinler. Türklerin bu devirde içine düştükleri hüzün ve kederin, acıklı ve ibret dolu ifadelerini Orhun Kitabeleri'nde görmek mümkündür.
II. Göktürk Kağanlığı, baskı ve zulüm devirleri ardından 681 yılında Göktürk hanedan soyu Aşına'dan gelen Kutlug tarafından kuruldu. Kutlug, az zamanda akıl hocası Tonyukuk ile kağanlığı, Ötüken başkent olmak üzere yeniden teşkilâtlandırmıştır. Bu sebeple Kutlug Kağan'a İl'i=devleti derleyip toplayan manasına İlteriş ûnvanı verildi. Ordu ve diplomasi işlerini Bilge Tonyukuk'a bırakan İlteriş Kağan, kardeşi Kapağan'ı da şat tayin etti. Devlet kurulduktan sonra, elli yıllık esaret hayatının acısını çıkarmak ve Türklerin kırılan gururlarını tamir etmek için Çin'e karşı sayısız akınlar yapıldı. Hatta bu akınların birinde 23 Çin şehrinin tahrip edildiği ve Okyanus'a kadar ulaşıldığından bahsedilmektedir. Orhun Kitabeleri'nde İlteriş Kağan'ın en büyük destek ve yardımcılarından birinin eşi İlbilge Hatun olduğu belirtilmektedir.
İlteriş Kağan 692 yılında öldüğü zaman Göktürk İmparatorluğu eski haşmet ve gücüne erişmiş bulunuyordu. Yerine biri 8 yaşında Bilge, diğeri 7 yaşında olan Kültigin adlı oğullarının yaşlarının küçüklüğü sebebiyle, kardeşi Kapağan, kağan oldu (692 - 716).
Kapağan Kağan devri, fetihlerin devam ettiği ve Türk birliğinin kurulduğu bir devir olmuştur. Kapağan, bu birliği gerçekleştirmek için gerektiğinde çok şiddetli davranmıştır. Bu sebeple Kırgızlar, Türgişler ve Basmıllar itaat altına alınmış, Karluklar ve Oğuzlar cezalandırılmıştı. Ayrıca onun zamanında tarım reformu ve tohum ıslahı gibi hareketlere de girişilmişti. Bu amaçla gelişmiş Çin tarımının tekniklerinin uygulanması için Çin ile savaşılmıştır.
Kapağan Kağan 716 yılında öldüğü zaman şiddet politikasının bir neticesi olarak devlet içerisinde büyük karışıklıklar baş gösterdi. Yerine geçen oğlu İnal bu meselelerle baş edecek kabiliyette olmadığı için idareyi İlteriş'in oğulları Bilge ve Kültigin almak zorunda kaldılar.
Her ikisi de amcaları Kapağan'ın kağanlığı zamanında önemli devlet görevlerinde bulunmuşlar ve başarı göstermişlerdi. Bilge, şat ûnvanı ile devletin Batı (Sol) kanadının başında bulunmuştu. 716 yılında Bilge, Kağan olunca küçük kardeşi Kültigin, ağabeyinin yerine devletin batı kanadının başına geçti. Kültigin aynı zamanda ordunun düzenlenmesi işini de üzerine almıştı. Babalarının baş veziri olan Bilge Tonyukuk tecrübeli bir devlet adamı kimliği ile aynı görevine devam etti.
Eski Türk devlet anlayışına göre iyi bir kağanın başlıca iki özelliği olmalıydı: Bilgelik ve Alplik. Bu iki kardeşten Bilge Kağan, bilgelikle; Kültigin ise alpliği ve cesareti ile şöhret kazanmıştır.
Bilge Kağan zamanında devlet, eski güç ve itibarına kavuştu. Çin ile ittifak hâlinde olan güçlü Moğol kabileleri ve Basmılların oluşturduğu tehdit ortadan kaldırıldı . Böylece doğuda ve batıda kağanlık sınırları doğal sınırlarına kavuşmuş oldu. Bilge Kağan devri (716-734), İkinci Göktürk İmparatorluğu'nun en parlak devri olmuştur. Bu başarılar, üç Göktürk büyüğünün; Tonyukuk, Bilge ve Kültigin'in azim, gayreti ve hepsinden önemlisi uyumlu çalışmaları ile elde edilmişti .
Önce Tonyukuk'un 725, sonra Kültigin'in 731 yılında ölümü üzerine, iki büyük yardımcısını kaybeden Bilge Kağan da 734 yılında öldü. Bu üç Türk büyüğü adına ayrı ayrı dikilen kitabeler, bu çağın ölmez hatıralarıdır.
Göktürk Kitabeleri'nde de söylendiği gibi, küçükler, büyükler gibi yaratılmadığı için, Bilge Kağan'dan sonra gelen Türk devlet adamları da bilgisiz ve kötü olmuşlardı. Ayrıca Dokuz Oğuzlar yani Uygurlar, Karluklar ve Basmıllar gibi Türk kavimleri de güçlenmişlerdi. İşte 743 yılında bu üç Türk kavminin, Basmıl Türklerinin başkanlığında toplanıp, Göktürk İmparatorluğu'nu yıkmalarıyla Göktürk devri de sona ermiştir.
Başlangıçta yalnızca akın ve savaşlar için kurulmuş gibi görünen Göktürk Kağanlığı, artık VIII. yüzyılda, bir kültür devleti olma yoluna girmişti. Ayrıca Türkçe konuşan ve kendilerini birbirine yakın hisseden bütün Orta Asya halklarını bir araya getirmişti .
Göktürklerin kurup geliştirdiği yüksek devlet anlayışı Orta Asya Türk boylarının kolay kolay hafızalarından çıkmamıştır. İşte bu açıdan 744'te kurulan Uygur devleti Göktürklerin bir devamı gibidir.













Uygur Devleti

Uygurlar hakkındaki bilgiler, Çin yıllıkları ile Göktürk ve Uygur kitabelerinde bulunmaktadır. Uygur kelimesine çeşitli anlamlar verilmekle birlikte en kabul göreni; akraba, müttefik anlamında olanıdır. Uygurlar Çin kaynaklarında Hunların soyundan gösterilmektedir. V. yüzyılda Orta Asya'nın büyük bir kısmına yayılmış olan Töleslerin bir boyu olarak karşımıza çıkmaktadır. Uygurlar bu dönemde Kao-çı (yüksek tekerlekli arabalılar) adıyla bilinmekteydiler. Orhun Kitabeleri'nde ise Dokuz Oğuz adı ile anılıyorlardı. Uygurlar, Orhun ve Selenga vadilerinin yerli kavimleri idiler. Bunlar Göktürk devleti kurulunca, onların hâkimiyetini tanıdılar. 630 yılında Göktürk devleti Çinliler tarafından yıkıldığında serbest kalmışlar ve bir siyasî birlik oluşturmuşlardır. Çin ise Göktürklere karşı bu Uygur birliğini destekliyordu. Bu çağda başlarında Alp İlteber ûnvanını taşıyan, Pusa isimli biri bulunuyordu. Uygurlar, 681 yılından sonra, İl Teriş Kağan'ın ortaya çıkmasıyla, yine Göktürklere bağlanmak zorunda kaldılar. Bu süre içinde kendilerini toplamış olan Uygurlar, Göktürk İmparatorluğu'nun zayıflaması ile yeni bir fırsat daha bulmuş oldular. Göktürklerin hâkimiyetinde bulunan Basmıl ve Karluk gibi Türk toplulukları ile birleşen Uygurlar, 742-43 yıllarında Göktürk Kağanı Ozamış'ı mağlûp ederek öldürdüler.

Uygur Devleti'nin Kuruluşu

Göktürk devleti ortadan kalkınca, 743 yılında Basmılların idaresinde yeni bir devlet kuruldu. Uygurlar bu Basmıl Kağanlığı' nın Sol Yabgusu, yani doğu Yabgusu; Karluklar ise, Sağ Yabgusu, yani batı Yabgusu oldular. Bu yeni devlet, tam bir federal devlet biçimindeydi. 744 yılında Uygur Yabgusu, Basmıl Kağan'ını mağlûp ederek kendini kağan ilân etti. Kağanlık ûnvanı olarak da Kutluk Bilge Kül Kağan ûnvanını aldı. Böylece Uygur Kağanlığı kurulmuş oldu. Bu kağanlık ûnvanından da anlaşılacağı üzere, Göktürk devletinin gelenek ve töreleri yeni Uygur Kağanlığı'nda da devam ediyordu. Ancak Uygurlar arasında Buda ve Mani dini gibi yabancı inanışlar yayıldıkça, Kağan unvanlarında da birtakım değişiklikler olmaya başlayacaktır. Uygur devletini kuranlar Orhun bölgesini yurt tuttukları için, bunlara Orhun Uygurları denilmektedir.

Kutluk Bilge Kül Kağan ölünce yerine oğlu Bayan Çur, kağan oldu. Uygurların en büyük kağanı olan Bayan Çur Kağan, unvan olarak da "Tengride bolmış, il itmiş Bilge Kağan" ûnvanını aldı. Bu ûnvanın anlamı ise, Gökte doğmuş, devlet yönetmiş, Bilge Kağan demekti. Bayan Çur Kağan devri (747-759), Uygurların dört yönde genişledikleri bir devirdir. batıda Kara Türgeş devleti, Uygur hâkimiyetini tanımak zorunda kaldı. Kırgız, Çik, Sekiz Oğuz ve Dokuz Tatar gibi Türk boyları itaat altına alınarak, devlet otoritesi güçlendirildi. Öte yandan yine bu devirde, güneydeki Beş-balıg, Kuça ve Karaşar gibi zengin tarım ve ticaret şehirleri de Uygur etkisi altına alınmıştır. Turfan bölgesi ile Uygurlar arasındaki ilişkiler de, yine bu devirden itibaren başlamış oluyordu. Bayan Çur Kağan'ın önemli işlerinden birisi de, onun zamanında, Uygurlar arasında şehirleşme eğilimlerinin başlamasıdır. O, Ordu-balıg adında başkentleri olan bir şehir kurdurmuştur (757).

Diğer yandan aynı kağan, gittikçe güçlenmekte olan Tibet tehlikesini sezerek onlara karşı cephe aldı. İmparatorun isteği üzerine, Çin'de büyük bir tehlike yaratan An-luşan adlı Türk asıllı bir generalin isyanının bastırılmasına yardım etmiştir. Bu yardım sonunda yapılan anlaşma ile, Uygur tüccarlarına Çin kapıları da açılmış oldu. Bayan Çur Kağan'ın Şine-usu gölü yakınında bulunmuş, Göktürk yazısı ile yazılmış olan, Türkçe bir kitabesi vardır. Bu kitabede kağan olarak yaptığı işler anlatılmaktadır. Bayan Çur kağan'ın ölümünden sonra yerine oğlu Bögü Kağan oldu (759) . Bögü Kağan'ın faaliyetleri siyasî ve manevi olmak üzere başlıca iki alanda olmuştur. Siyasî faaliyetleri daha çok Çin üzerine olmuştur. Çin'de baş gösteren isyanların bastırılması sebebiyle sık sık Çin'e girilmiştir. Ancak Uygurların Çin'e girişlerinde Çin'in çeşitli bölgelerine yağma akınları da yapılıyordu. Çin'deki isyanların en önemlisi yabancı kavimlerin Tibetliler etrafında birleşmeleri sonucunda ortaya çıkan isyan olmuştur. Bu Tibet isyanı ancak Uygurlar yardımı ile önlenebilmiştir.

Bögü Kağan'ın manevî alandaki en büyük faaliyeti, Maniheizm dinini kabul etmesi olmuştur. Bögü Kağan, aynı zamanda bu dinin öncülüğünü de üstlenmişti. Bir tüccar ve şehirli dini olan Mani dininin kabulünün, Uygurların savaşçı ruhlarını gevşetmekle beraber, ilim, sanat ve edebiyatta ilerlemelerine katkısı olmuştur. Eskiden beri Orta Asya Türk kavimleri arasında, çok geniş ve köklü bir kültüre sahip olan Çin'in zapt edilemeyeceği, bu mümkün olsa bile uzun süre elde tutulamayacağına dair yaygın bir inanış vardı. Bögü Kağan Çin'in zayıf bir anında Çin'i ele geçirmek istemişti. Ancak veziri Baga Tarkan, adı geçen inanış sebebiyle Kağan'ın bu girişimine karşı çıktı. Ancak sözünü dinletemeyince Bögü Kağan'ı öldürüp Alp Kutluk Bilge Kağan ûnvanıyla tahta geçti (779). Bundan sonraki kağanlar onun soyundan gelmiştir. Bu tarihten sonra Uygur devletini oluşturan kabileler arasında huzursuzluklar da başlamıştır.

Kültür ve ticaret bakımından gelişen Uygurların savaşçılık tarafları zayıflamıştı. 840 yılında, Uygurların kuzeybatı kısımlarında yaşayan Kırgızlar, 100 bin kişilik atlı kuvvetleri ile, Uygur başkentine baskın düzenleyerek kağanlarını öldürüp, halkı kılıçtan geçirdiler. Bu şekilde Bayan Çur ve Kutlug Bilge Kağan zamanında uğradıkları saldırıların intikamını korkunç bir şekilde almış oldular. Bu baskından kurtulan Uygurlar, canlarını kurtarmak için çeşitli yönlere dağılmak zorunda kaldılar.

Turfan Uygurları

Kırgız baskınından kaçan Uygur boylarının önemli bir kısmı Doğu Türkistan'a göçmüşlerdir. Burada Turfan ve Karaşar şehirlerinin civarında yerleşen Uygurlar, Türk medeniyet tarihî açısından büyük değer taşırlar. Daha Orhun Uygurları zamanında, tarım ve ticaret merkezleri olan Türkistan'ın bu büyük şehirleri, Uygurların etkisi altına girmişlerdi. Bu nedenle Uygur devletinin yıkılmasından sonra, Turfan dolaylarına kaçan Uygurlar için, bu bölge güvenilir bir yer olmuştur. 848 yılından sonra, kendilerini toparlayıp, varlıklarını komşularına kabul ettiren Uygurlar, 856 yılında ise kağanlıklarını ilân etmişlerdir. Bu dönemde başlarında Mengli Kağan bulunuyordu. Mengli Kağan, Uluğ Tengride Kut Bulmış Alp Külük Bilge Kağan, (bugünkü Türkçe ile; Ulu Tanrı da güç ve saadet bulmuş, kahraman, çalışkan Bilge Kağan) ûnvanını taşıyordu.

Kağanlık merkezî olarak Turfan şehrini seçtikleri için, kendilerine Turfan Uygurları denilmiştir. Ayrıca yazlık başkentleri olarak Beş-balıg şehrini kullandıkları için, kaynaklarda Beş-balıg Uygurları adı da kullanılıyordu. Çin yönetimi, bu Uygur devletini Tibet tehlikesine karşı desteklemiştir. Uygurlar da Doğu Türkistan'da etkinliklerini artırmış olan Tibetlileri bu bölgeden çıkarmışlardır. Böylece batıdaki sınırlarını Urumçi şehrine kadar uzatmışlardır. Turfan Uygurları Mani dinine inanıyorlardı . Bu dini, siyasî amaçları için de kullanan Uygurlar, dinlerini himaye bahanesiyle Çin üzerinde baskı kurmuşlardır.

Kültür ve medeniyet bakımından büyük gelişmeler gösterecek olan Uygurlar, 1335 yılına kadar devletlerini yaşatacaklardır. Gerek X. yüzyılda Çin'in kuzeyinde Hıtay devletinin kuruluşunda, gerekse Cengiz Han devletinin gelişmesinde, bu Uygurların, öncülük, bilgi ve tecrübelerinin çok büyük payı olmuştur. Uygurlara devlet teşkilâtında çok önemli görevler veren Moğollar, yazı olarak da Uygur yazısını kullanıyorlardı. Moğolların XVI. yüzyıla gelindiğinde büyük oranda Türkleşmesinde Uygurlar, önemli rol oynamışlardır.

Sarı Uygurlar

840 yılındaki Kırgız baskınından sonra, dört bir yana dağılan Uygurların bir kısmı, güney kesimlere, yani Çin ile Doğu Türkistan arasındaki Kansu bölgesine indiler. Önemli bir ticaret merkezî olan bu bölge, meşhur İpek yolu üzerinde idi. Bu bölgede yerleşen Uygurlar, büyük bir şehir olan Kan-Cov'da yeni bir devlet kurmuşlardır. Sonradan, Sarı Uygurlar adı ile anılacak olan bu Uygurlar, bu bölgenin yerli halkı ile karışmadan kalmışlardır. Türk dili ve kültürünü uzun yıllar yaşatan bu Uygur Türklerinin torunlarına bugün bile rastlamak mümkündür.

Din olarak Budizm'i kabul etmiş olan Sarı Uygurlar, ticaret ve medeniyet bakımından çok gelişmişlerdir. Budistlerin en kıymetli eserlerinin bulunduğu Bin Buda Mağaraları, Sarı Uygurların yaşadığı bölgede idi. Daha sonraki yıllarda İslâmiyet'i seçen ve Karahanlılar Çağında Türk-İslâm medeniyetine önemli katkılar sağlayan Uygur Türkleri, bugün de varlıklarını aynı adla, devam ettirmektedirler.

Uygur Devleti Hükümdarları

1) Kutluğ Bilge Kül-Kağan (745 - 746)



2) İl-Etmiş Bilge Bayınçur (Moyunçur) Kağan (746 - 759)



3) İl-Tutmuş Alp Külüğ Bilge Kağan (759 - 780)



4) Alp-Kutluğ Bilge Kağan (780 - 789)



5) Taras Külüg Bilge Kağan (789 - 790)



6) Oçur Kutluğ Bilge Kağan (790 - 795)



7) Alp-Uluğ Kutluğ Bilge Kağan (795 - 805)



8) Ay-Tengri'de Kut-Bulmuş



9) Tengri'de Kut Bulmuş Küçlüg Bilge Kağan



10) Alp - Külüg Bilge Kağan



11) Üge Kağan (839 - 845)



12) Bilge Bayınçur (II.Yoyunçur) Kadır Han (845 - 885)



13) Tafgaç Oğulçak Kadır Han (885 - 940)






Avar İmparatorluğu



Orta Asya'da Juan-juan adıyla bilinen, Avarların kökenleri konusunda kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak son ilmî araştırmalar, Avarların iki kavim unsuruna dayandığını ortaya koymuştur. İşte bugün, bunlardan en az birinin Türk kökenli olduğunu söyleyebilmekteyiz. Ayrıca Avrupa'da büyük etkiler bırakan Avar topluluklarının da bu Türk unsurlara dayandığı söylenebilir.
Avarlar, 552 yılında Göktürk devletinin kurulması üzerine, İç Asya'daki yurtlarını terk ederek batıya doğru kaçmışlardı. Önce Kafkasya'da görünen Avarları Bizanslılar, Uarhunit (Avar-Hun) diye adlandırmışlardır. Burada Bizans ile vardıkları bir anlaşma ile 558'de Sabar devletine son verdiler. Bu sayede Volga (İtil) ırmağından Tuna'ya kadar olan sahada hâkimiyet kurmuşlardır. Ancak Göktürklerin baskısı ile burada fazla tutunamayarak önlerine çıkan bir kısım Slâv kabilelerini yenerek, Onogur (Bulgar), Otrigur, Kutrigur gibi Türk asıllı kavimleri de sürükleyerek Karadeniz'in kuzeyinden Tuna nehri boylarına kadar ilerlediler. Bu sırada Bizans'a elçiler göndererek, Bizans arazisinde yerleşebilecekleri bir yer istediler. Bizans, Göktürk baskısı yüzünden, Avarların bu isteklerine çekingen davranmıştır.
567 yılında Macar ovasına gelen Avarlar, bu bölgede yaşayan güçlü Germen kavimlerinden Gepidleri dağıtmış, Lombardlar'ı da İtalya'ya göçe mecbur etmişlerdir. Böylece Avarlar, Macar ovasına tek başlarına hâkim oldular.
Bu sırada Avarların başında meşhur Bayan Han bulunuyordu. Avarların bu başarısından sonra Macaristan'ın tamamı, tarihte ilk defa olarak, tek bir siyasî güç etrafında toplanıyordu. Ayrıca, Avarların hâkimiyeti altında bulunan Slâvlar, tarihlerinde ilk defa, tek bir siyasî idare altında bir araya gelmiş oluyorlardı.
Bu tarihten sonra Avarların Bizans'a yöneldiklerini görüyoruz. Trakya ve Makedonya'da büyük akınlar yapan Avarlar, iki defa Selânik'e kadar ilerlemişler ve şehri kuşatmışlardı. Avar askerî baskıları sonunda Bizans, ancak onlarla büyük meblağlar tutan yıllık vergiler ödemek suretiyle barışı sağlayabiliyordu.
Bir ara Avarlar, İstanbul'u kuşatarak, Bizans'a korkulu anlar yaşatmışlardı (626). Bu tarih Avar hâkimiyetinin zayıflamaya başladığı zamana rastlar. Zira bu esnada Avarların hâkimiyetinde bulunan Slâv kabileleri ve Türk asıllı Bulgarlar ayaklanmışlardır. 679 yılında Tuna Bulgar devletinin kurulması da Avar devletini sarsmıştır. Buna rağmen Avarlar varlıklarını IX. yüzyılın başına kadar koruyabilmişlerdir. 776-803 yılları arasında, bir yandan Frank kralı Büyük Şarl, bir yandan da Bulgar hükümdarı Kurum Han'ın Avarlara karşı giriştikleri saldırılar, Avar devletinin sonu olmuştur.
Avarların Avrupa kavimleri üzerinde, önemli etkileri olmuştur. Avrupa kavimleri, özellikle de Slâvlar, devlet yönetimi ve askerlik konusunda Avarlardan çok şey öğrenmişlerdir. Üzengiyi ilk defa Avrupa'ya getirenler de Avarlar olmuşlardır.
Avar İmparatorluğu Hükümdarları
1) Bayan Kağan (565 - 602)



2) ...



3) Tudun I (791 - 803)



4) Zodan (803 - 805)



5) Thedorus (805 - ?)



6) Abraham (? - ?)



7) Tudun II (? - 835

Hazar İmparatorluğu



Hazarlar, İdil kıyıları ve Kırım yarımadası arasında imparatorluk kuran bir Türk boyudur (468-965). Hazarların, Batı Hun Devleti'nin yıkıntıları üzerinde devlet kurdukları (468), Göktürk İmparatorluğu'nun batı kolu olarak gelişme gösterdikleri, Göktürkler ile eş kaynaktan geldikleri anlaşıldı. Türk adını almaları da bu yüzdendir.
Hazarlar, Sasanîler'le sık sık savaşırlardı. Bizans'la aralarında daha çok barışa dayanan bağlantılar vardı. 627 yılında yapılan Bizans-İran savaşında Hazarlar, Sasanîler'e karşı Bizans'ı tuttular. VII. yüzyıl sonlarına doğru Arran Hıristiyanlarının Hazarlar üzerindeki dinî baskıları arttı. Yavaş yavaş eski dinleri olan Şamanlığı bıraktılar. İslâm’ın doğuşundan sonra hızla gelişen Arap saldırıları, kısa bir süre içinde Âzerbaycan'a yayıldı. İstanbul'u kuşatan Emevî ordularına karşı Bizans; Hazar ve Bulgar Türklerinden yardım istedi (718). Bizans'ın yardımına koşan Hazarlar, Arapların tepkisini üzerlerine çektiler. Bu yüzden, bu bölgeyi ele geçiren Araplar, 721-723 yıllarında Hazar topraklarına saldırdılar, başkent Belencer'i aldılar. Bunun üzerine Hazar hanı İdil ırmağı kıyısındaki Akkale ilini başkent edindi. Daha sonra Mervan bin Muhammed, bir ordu ile Belencer'e kadar geldi, şehri yaktı.
Derbend'e Arap birlikleri yerleşti. Araplar, bu saldırıların bir süre ardını bırakmadı. 737 yılında, gene Mervan bin Muhammed, yüz elli bin kişilik büyük bir ordu ile Etil şehri üzerine yürüdü. Oldukça korkulu yollardan, derin vadilerden geçen Mervan, bu ordu ile Kür nehri kıyısındaki Kasak şehrinden Hazarların Dağıstan'daki büyük illi olan Semender üzerine yürüdü. Orduyu, biri Derbend, biri de Daryal geçidi olmak üzere iki ayrı yoldan geçirerek birdenbire Hazarlara saldırdı. Hazarlar, bu beklenmedik saldırı karşısında pek tutunamadılar. Mervan bin Muhammed, ordusunu kolayca Etil'e gönderdi, şehri kuşattı. Hazar hakanı, İdil nehrinin öteki kıyısına geçerek, tarhanlardan kurulu 40 000 kişilik bir ordu ile, Arapların nehri aşmalarını önlemek istedi. Mervan, bu çarpışma sonunda, 20 000 aileyi esir alarak Derbend taraflarına sürdü. Anberi adlı kumandanın yönetimi altına verdiği 40 000 kişilik seçme Arap ordusunu da tulumlara bindirerek nehrin doğu yakasına geçirdikten sonra, Hazar Tarhanının ordusunu dağıttı, Tarhanı öldürttü. Bunun üzerine Hazar hakanı, barış istemek ve antlaşma imzalamak zorunda kaldı. Mervan bin Muhammed, Hazar hakanına, Etil'e dönme izni verdi. Ayrıca, İslâm dinini Hazarlar arasında yaymak amacıyla Sabit el-Esadî ve Abdurrahman Hulânû adlı iki Arap hukukçusunu, Hazar hakanının yanında bıraktı. Araplar karşısında başarısızlığa uğrayan Hazarlar, VII. ve VIII. yüzyıllarda Avrupa ve Bizans ülkelerinde durumlarını korudular. Kırım ve Azak ülkelerinde daha da güçlendiler. Kırım Gotları, bu yüzyıllarda Hazarlara bağlıydılar. Başlarında Hazar hakanı tarafından tayin edilen bir vali bulunurdu. Bu genel valilere, Göktürk ve Hazar devletlerinin öteki bölgelerinde olduğu gibi, Kırım'da da tuyun adı veriliyordu. Gotlar, kendi içlerinde bağımsızdı. Daha sonraki yıllarda Hazarlar, yavaş yavaş Gotların bağımsızlıklarına son verdiler (787). Bu arada Hazarlar, Don ırmağı üzerinde, bozkır kavimlerinin saldırılarını önlemek amacıyla, Sarhil adını verdikleri bir kale yaptılar. Ukrayna'nın başkenti olan Kiev'de, Hazar hakanına bağlı üç kardeş tarafından yaptırılmıştı.
Bu ağır yenilgiden sonra, Hazarlarla Araplar arasındaki gerginlik arttı. Ast Tarkan kumandasındaki 100 000 kişilik bir Hazar ordusu, Kafkas dağlarından hızla güneye indi. Daha önce Arapların saldırısına uğrayan Ermeniye ve Âzerbaycan'a girdi (765). Bütün şehirleri yağma etti. 100 000 Müslüman’ı esir alarak götürdü. Bununla, Hazar kumandanı, otuz yıl önceki ağır yenilginin öcünü aldı. Güneyde Araplara yenilen Hazarlar, batıda, özellikle Avrupa devletleri karşısında önemli bir varlık olarak kaldılar. 787 yılında Gotların Kırım'daki kalelerini alarak, oradaki hakimiyetlerine son verdiler. Araplar gibi, Bizanslılar da Hazarlarla birtakım akrabalıklar kurma yoluna gittiler. İmparator II. Justinianus, Hazar hakanının kızkardeşiyle, İmparator V. Konstantinos bir Hazar prensesiyle evlendi. Halife Harun-ür- Reşid zamanında Hazar hakanı ve yakınları Musevî dinine girdiler.
Hazar İmparatorluğu, bir yandan Norman-Rus, bir yandan Selçuklu ve Kıpçak saldırıları sonucu sarsıldı. Gittikçe kuvvetlenen Ruslar, Kiev'i Hazarların elinden aldılar (866). Bu olaydan sonra Rusların, Hazar topraklarına yaptıkları akınlar sıklaştı. 965 yılında Svyatoslav kumandasındaki bir Rus ordusu, bütün Hazar şehirlerini yakıp yıktı. Dağılan Hazar halkı, bazı adalara sığınmak zorunda kaldı. Hazarlar, bir süre sonra Azak ve Kırım'da küçük prenslikler kurarak yaşamaya başladılar. Bizans'ın yardımıyla Ruslar buraları da kendi topraklarına kattılar (1016). Aynı yıllarda, Aşağı İdil ve Terek'teki Hazar devletleri de Oğuz (Selçuklular) ve Kıpçakların saldırıları sonunda ortadan kalktı. Geniş bir alana yayılan Hazarlar; Kıpçaklar, Peçenekler, Oğuzlar gibi yeni Türk boylarına karıştılar. Altınordu hakanı Sürbidey Noyan, Etil şehrinde bağımsız yaşayan Hazarların hakimiyetine son verdi (1299), şehrin yakınlarında, Altınordu Devletininin başkenti olan Saray'ı kurdu. Hazar kağanları, sırasıyla şunlardır: Bulan (620-?); Ubaca; Hızkiya; Menaşe I; Hanuka; İshak; Sabulon; Menaşe II; Nisi; Harun I; Menahem; Benyamin; Harun II (?-931); Yusuf (931-965).

Medeniyet
Bazı kaynaklara göre Göktürk, bazı kaynaklara göre Rus veya İbranî yazısı kullandıkları söylenen Hazarlardan günümüze kadar, ancak iki adet yazılı belge kaldı. Bunlardan birisi, Hazar hakanı Yusuf bin Harun tarafından, Endülüslü Musevî devlet ve bilim adamı Hasday bin İshak bin Şaprût'a gönderilen mektuptur (960). Öteki ise bilinmeyen Hazarlı bir Musevî tarafından, hakan Yusuf zamanında (931-965) yazılan bir mektubun, Mısır'da Keniset-el-Şâmi'de bulunan parçalarıdır. Birinci mektupta, hakan Yusuf, şeceresini saymakta, Musevî dinine girmekle ilgili bilgiler vermektedir. Mektupta ayrıca, Hazar ülkesinde yaşayan boyları, bunların yaşayış tarzını anlatan cümleler vardır. Mektuptan anlaşıldığına göre Hazarlar, yarı göçebe, yarı şehir hayatı yaşarlardı. Nitekim, bu bilgileri bazı Arap kaynakları da doğrular. Genellikle yazın çadırlarda, kışın şehirlerde oturuyorlardı. En ünlü şehirleri, Etil, Saksın, Belencer, Sarkil ve Semender'di. Başkent Etil'in, İdil ırmağı kıyısında kurulduğu sanılır. Şehrin batı kesimine Etil (Sarığşın da denir), doğu kısmına Hazarân (Hanbalığ da denir) deniliyordu. Irmağın ortasında, şehrin iki yakasına dubalı köprülerle bağlı bir ada vardı.
Şehrin batı bölümü, doğu bölümüne göre daha genişti. Burada hakanın tuğladan yapılmış sarayı vardı. Şehrin uzunluğu 25 km idi ve dört kapılı bir surla çevrilmişti. Şehir, dağınıktı. Evler, Türklerin derme evleri (hargâh, büyük çadır da denir) denen, ağaçtan yapılmış ve üstleri keçe ile örtülü türdendi. Onlar, bu evlere odâde adını veriyorlardı. Pek azı kerpiçten yapılırdı. Hakandan başka hiç kimse tuğla ev yapamazdı. Şehirde ayrıca çarşı ve hamamlar vardı. Sarkil şehrinde yapılan son kazılardan, şehrin dikdörtgen biçimli; ev yapımında kullanılan tuğlaların, Asya kaynaklı olduğu anlaşıldı.
Hazar hakanları, savaşlarda, odâde denilen, çadırlı bir arabaya binerlerdi. Arabanın her tarafı halılarla döşenir, üzerinde sırmalarla örtülü bir kubbe yükselirdi. Kubbenin üstünde, altından yapılmış bir armut bulunurdu. Gelinlerin çeyiz arabaları da, hakanın savaş arabasını andırırdı. Bu arabaların on tanesinin kapıları altın ve gümüş levhalarla kaplı olurdu. Arkadan gelen 20 araba ile her türlü çeyiz eşyası, altın ve gümüş kaplar taşınırdı. Hazarlar, ölülerini suya atarlardı. Bazı söylentilere göre sonraları, ölüleri yakmağa başladılar. Bir hakan öldüğünde her birinde birer kabir bulunan 20 odalı bir ev yapılırdı. Kabirler, ufalanmış taş tozu ile döşenir, içine kireç veya mine konulurdu. Gömme işi bittikten sonra, hakanı gömenler de öldürülerek, öteki odalara gömülürlerdi. Bu iş, hakanın hangi odaya gömüldüğünün bilinmemesi için yapılırdı. Bu geleneğin, Hunlarda da sürdürüldüğünü gösteren belgeler vardır. Hakanın kabir odası, baştan başa, altınla işlenmiş kumaşla örtülür; bütün işler bittikten sonra suyun altında kalacak şekilde, nehrin suyu kabir eve boşaltılır ve yapı iyice su altında kalır; böylelikle artık, hakanın cesedine insan, şeytan, kurt ve böceklerin zarar veremeyeceğine inanılırdı. Hazar hakanlarından hiçbirinin mezarının bulunamayışı, kendilerinin bu gömme geleneği yüzündendir.

Ekonomi
Etil şehri, Güneydoğu Avrupa ile Asya arasındaki bir alışveriş merkeziydi. Bu şehirde, çeşitli dinlere bağlı yerli halktan başka, ticaret için gelmiş yabancılar da otururlardı. Şehir pazarlarında, çeşitli ülkelerden, çeşitli yerlerden gelen mallar değiş-tokuş edilir, satılırdı. Saksın şehrinde alışveriş, kurşun paralarla yapılırdı. Ayrıca, ekin denilen kumaş paralar (kâğıt para benzeri) da kullanılırdı.
Hazarların başlıca ihraç malı, bir çeşit tutkaldı, öteki ticaret mallarının çoğu, Rus ve Bulgar ülkelerinden gelen maddelerdi. Büyük şehirlerin çevrelerinde geniş bahçe ve bağlar vardı. Yerli halk, yazın çadırlarda şehir dışına çıkar, tarımla uğraşırdı. Hazarların, milletlerarası ihraç malları arasında, Hazar süngüleri, Hazar eğerleri, Hazar zırhları önemli yer tutardı. Hazar kılıçları, Ruslar arasında da biliniyordu. Hakanlar, Bulgar ilteberliğinden her evden, her yıl bir samur vergisi alırlardı. Ayrıca, ticaret kervanları ve gemileri, onda bir oranında vergi öderlerdi. Hazar Denizinden gelen gemilerden de gümrük vergisi alınırdı.

Din
Hazarlar, uzun zaman, Şaman dinine bağlı olarak yaşadılar. Ancak, Bizans ve Araplarla olan sıkı ilişkiler, hakanlarla soylu ailelerin Musevîliği benimsemeleri, her üç dinin de ülkede yayılmasına yol açtı. Müslümanlığı da (732-800), Musevîliği de (800-965) resmî din olarak benimsemişlerdir. Hıristiyanlık, resmî din olmadı, ancak, Arran metropoliti İsrail'in çalışmaları (677-703) sonucu, bu din de ülkede geniş ölçüde yayıldı. Halk, daha çok Müslüman ve Hıristiyan; hanlar, tarhanlar ve onlara yakın çevreler Musevî idi. Hazar'da yedi başkadı vardı. Bunlardan ikisi Müslümanların, ikisi Hıristiyanların, ikisi Musevî Hazarların, biri de öteki dinlere bağlı olanların işlerini görüyorlardı. Başkent Etil'de (X. yüzyıl), 10 cami vardı. Müslüman halkın sayısı 10 000 kadardı. Genellikle Bizans sınırındaki ve Kırım'daki Hazarlar Hıristiyan, Dağıstan ve Aşağı İdil'de oturanlar Müslüman’dı. Hıristiyanlar (VIII. yüzyıl), teşkilât olarak yedi piskoposluğa ayrılmışlardı.

Yönetim Şekli
Hazarların devlet teşkilâtında, çifte krallık düzeni uygulanıyordu. Devlet başkanı olan hakan, doğrudan doğruya devlet işlerine karışmıyor, devleti sembolik olarak temsil ediyordu. İdare, onun nâibi olan Hakanbeh'in elinde bulunuyordu. Ancak, hakanbehi değiştirmek, görevinden almak, her zaman, asıl hakanın yetkileri arasındaydı. Buna karşılık, orduları, ülkeyi yöneten, savaş açabilen, hakanbeh idi. Vilâyetlerle ilgili işler, memleketin adalet ve iç işleri de onların elindeydi. Büyük hakan da denilen asıl hakanın saltanat süresi, kırk yılı aşamazdı. Bu süre içinde hakan, kendiliğinden ölmezse, maiyeti "bunadı", "aklı azaldı" gerekçesiyle onu kendi elleriyle öldürürlerdi. Hakan, düşmana karşı giden ordudan kaçıp dönenleri cezalandırır, ordu savaşta yenilirse, Hakanbeh'in gözleri önünde, onun kadın ve çocuklarıyla mallarını başkalarına dağıtırdı. Hakanbehlere, tarkan, yabgu da denilirdi.
Karahanlılar Devleti

Karahanlılar, daha önceki Türk devletlerinden farklı olarak, hükümdarların ve halkının çoğunluğunun Müslümanlığı seçtiği ilk Türk devletidir. Bu sebeple Türk tarihi içerisinde Karahanlıların özel bir yeri ve önemi vardır. Hâkaniye ve İlig-Hanlar adlarıyla da anılan Karahanlılar Devleti, başta Karluklar olmak üzere Çiğil, Yağma ve Tuhsı gibi Türk Boylarına dayanıyordu. Karluklar, Balasagun merkez olmak üzere Yedi-su bölgesinde bir devlet kurmuşlardı. Karluk yabgusu, bağlı bulunduğu Uygur Hakanlığı'nın 840 yılında Kırgızlar tarafından yıkılması üzerine istiklâlini ilân etti. Kendisini Türk hakanlarının yasal halefi sayan yabgu Karahan unvanını aldı.

Karahanlıların ilk hükümdarı olarak bilinen Bilge Kül Kadir Han, Maverâünnehir'deki Sâmanî devleti ile mücadelelerde bulundu. Oğullarından Arslan Han ulu hakan olarak Balasagun'da, Oğulcak Kadir Han ise Talas'ta oturdular. Kadir Han 893'te başkenti Kaşgar'a nakletti. Bu dönemde yeğeni Satuk Buğra Han Müslümanlarla temas kurdu ve Karahanlılar Devleti'nin başına geçince de İslâmiyet'i resmî din olarak kabul etti (920). Bu tarihten sonra Abdülkerim Satuk Buğra Han adıyla anıldı. Ancak Karahanlılar sınırları içersindeki halkın tamamıyla İslâmiyet'i seçmesi Satuk Buğra Han'ın oğlu Baytaş zamanında gerçekleşmiştir.

Karahanlılar Hükümdarı Ebu Nasr Ahmed zamanında, kardeşi İlig Nasr tarafından Samaniler devletine son verildi (999). Ebu Nasr Ahmed Abbasi halifesi tarafından bir İslâm hükümdarı olarak tanınan ilk Karahanlılar hanı olmuştur. Karahanlılar Devleti'nin sınırları Balasagun, Özkent ve Tarım Havzası'nın batı kısmı ile Karakurum dağları dolaylarına kadar genişlemişti. Güneyde Gazneliler ile komşu oldular ve mücadele ettiler. Ancak hanedan arasında çıkan anlaşmazlık neticesinde devlet Doğu ve Batı olmak üzere ikiye ayrıldı (1042). Doğu Karahanlıların başında Tamgaç Buğra Han; Batı Karahanlıların başında ise Ahmet Arslan Han bulunuyordu.

Doğu Karahanlılar Devleti (1042-1211): Doğu Karahanlılar Devleti'nin sınırları Kaşgar, Fergana, Balkaş gölü civarına kadar uzanmaktaydı. Devletin merkezi zaman zaman Balasagun, Talas ve Kaşgar şehirleri olmuştur. Doğu Karahanlılar Devleti'nin ilk hükümdarı sayılan Tamgaç Buğra Han âdil ve dindar bir kişi olarak tanınmaktaydı. Yusuf Has Hacib'in yazdığı Kutadgu Bilig bu hükümdara sunulmuştur. Doğu Karahanlılar Devleti 1090 yılında Selçuklulara bağlandı. Devlet 1133 yılında Moğol asıllı Karahıtayların hâkimiyetine girdi. Bu durum 1211'e kadar devam etti. Bölgenin tamamı Cengiz Han tarafından istilâ edildi.

Batı Karahanlılar Devleti (1042-1212): Batı Karahanlıların sınırları batıda Aral gölünden doğuda Çimkent ve Özkent'e kadar uzanmaktaydı. Devletin başkenti önceleri Özkent idi. Daha sonra Semerkant ve Buhara devletin merkezleri olmuştur. İlk hükümdarları Ahmet Arslan Han idi.

Büyük Selçuklu Sultanı Melikşah bir Karahanlılar prensesi ile evlenerek iki devlet arasında akrabalık kurdu ve böylece Karahanlıları kendisine bağladı (1089). Selçukluların Katvan Savaşı'nda yenilmesiyle beraber Batı Karahanlılar da Karahitay hâkimiyetine girmişti (1141). Harezmşahlar bölgedeki Moğol hâkimiyetine son vermiş, son Karahanlılar hükümdarı Osman Han'ı da ortadan kaldırarak, bu devleti yıkmışlardır (1212).

Karahanlılar Devleti Hükümdarları

1) Bilge Kül Kadir Han (840-880)



2) Oğulcak Han ve Arslan Han (880-940)



3) Satuk Buğra Abdülkerim Han (940 - 955)



4) Baytaş Musa Han (955 - ?)



5) Nasr Bin Ali Han (? - 999) (Halife Müslüman devlet olarak Karahanlıları tanıdı.)



6) I. Ahmed Han (999 - 1017)



7) Mansur Han (1017 - 1024)



8) II. Ahmed Han (1024 - 1031)



9) Yusuf Han (1031 - 1032)



10) Süleyman Han (1032 - 1060)










Gazneliler Devleti



Gazneliler Devleti adını, Doğu Afganistan'da bulunan başkentleri Gazne'den almaktadır. Ayrıca hükümdarlık hanedanının kurucusundan dolayı Sebük Teginliler veya lâkaplarından dolayı Yemînîler diye de anılırlar.

Sâmanoğulları Devleti'nin (819-1005), dağılmaya başladığı sırada, bu devlette komutanlık ve valilik yapan Türkler, bazı bölgeler de hâkimiyet kurmuşlardı . Bunlardan biride Horasan Emiri Alp Tegin'dir. Alp Tegin Doğu Afganistan'daki Gazne şehrini ele geçirerek, Gazneli Devleti'nin ilk temellerini atmıştır 963). Alp Tegin'in ölümünden sonra yerine geçen oğulları aynı başarıyı gösteremeyince, Türkler Alp Tegin'in komutanlarından Sebük Tegin'i başa geçirdiler (977). Sebük Tegin 'in başa geçmesiyle, Gazneliler Devleti hükümdarlığın babadan oğula geçtiği bir hanedanın idaresine girmiştir. Nitekim Sebük Tegin'in ölümüyle birlikte tahta oğlu Mahmut geçti. Gazneli Mahmut zamanında, devlet en parlak devrini yaşadı.

Türk tarihinde sultan unvanını ilk defa Gazneli Mahmut kullanmıştır. Gazneli Mahmut 1001-1027 tarihleri arasında Hindistan'a 17 sefer düzenleyerek, Kuzey Hindistan'ı topraklarına kattı. Bölge İslâmlaştı ve böylece Pakistan devletinin temeli atılmış oldu.

Gazneli Mahmut'un ölümü üzerine (1030) yerine geçen Sultan Mesut, babası gibi dirayetli değildi. Selçuklu tehlikesinin artmasına rağmen, O Kuzey Hindistan'a sefer düzenlemişti. Nihayet Dandanakan Savaşı'nda Selçuklular karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. Topraklarını kaybederek Hindistan'a çekilmeye mecbur kaldı. Sultan İbrahim zamanında devlet Selçuklu hâkimiyetine girdi (1059). Afgan asıllı Gurlular, 1187 tarihinde Gazneli Devleti'ni ortadan kaldırdılar.

Gazneliler Devleti Hükümdarları

1) Alp Tegin (961-962)



2) Ebu İshak İbrahim (962 - 965)



3) Bilge Tegin (965 - 971)



4) Piri Tegin (971 - 976)



5) Sebük Tegin (976 - 996)



6) İsmail (996 - 997)



7) Gazneli Mahmud (997 - 1030)



8) Celalu'd Devle ve Cemalu'l-Ebu Ahmed Muhammed (? - 1041)



9) I.Sultan Mes'ud (1030 - 1040)



10) Sultan Mevlud (1040 - 1048)



11) II.Sultan Mes'ud (1048 - 1049)



12) Sultan Ali (1049 - 1051)



13) Sultan Abdürreşid (1051 - 1052)



14) Sultan Tuğrul (Mütegallibe) (1052 - 1053)



15) Sultan Ferk-Zad (1053 - 1059)



16) Sultan İbrahim (1059 - 1099)



17) III. Sultan Mes'ud (1099 - 1115)



18) Sultan Şir-Zad (1115 - 1116)



19) Sultan Arslan Şah (1116 - 1117)



20) Sultan Behram Şah (1117 - 1152)



21) Sultan Husrev Şah (1152 - 1160)



22) Sultan Husrev Melik (Melik Şah) (1160-1187)












Büyük Selçuklu İmparatorluğu

Kuruluşu

Selçuklular, Türk-İslam devletlerinin en büyüklerindendir. Oğuzların Üçoklar kolunun, Kınık boyuna mensupturlar. Onuncu yüzyılın sonu ile on birinci yüzyılın başlarında İslam’ı kabul ettiler. Selçuklular; Çin'den, Batı Anadolu dahil bütün Ortadoğu ülkeleri, Akdeniz sahilleri, Kuzeybatı Afrika, Hicaz ve Yemen'den Rusya içlerine kadar yayılan hakimiyetin, muazzam bir kültür ve medeniyetin temsilcisidir.

Devlete adını veren Selçuk Bey, Aral Gölü ile Hazar Denizi arasına hakim olan Oğuz Yabgu Devletinin kumandanlarından Dukak Subaşı'nın oğludur. Dukak ölünce, 17-18 yaşlarındaki Selçuk Bey subaşı oldu. Genç yaşına rağmen yüksek mevkilere ulaşan Selçuk Bey'in devamlı artan bir itibara sahip olması, Yabgu ve eşini telaşlandırdı. Onu başlarından atmak için çare aramaya başladılar. Öldürülmekten çekinen Selçuk Bey, kabilesiyle birlikte oradan ayrıldı. Güney yoluyla, muhtemelen 985 yılı sıralarında, Seyhun nehri kenarında bulunan Cend şehrine geldiler. Bölge ve şehir, İslam ülkelerine geçişte hudut durumundaydı.

Selçuk Bey'in idaresindeki Türkler, kısa zamanda İslam’ı kabul ettiler. Bu durum, Yabgu ile aralarını iyice açtı. "Müslümanlar, gayri Müslimlere haraç vermez" diyen Selçuk Bey, Yabgu'nun haraç memurlarını kovdu ve bağımsızlığını ilan etti. Gayri Müslim Türklere karşı savaşmaya başladı. Selçuk Bey'in, bağımsızlığını ilan edip, Yabgu'ya haraç vermeyerek, Müslüman olmayanlarla mücadeleye girişmesi, çevrede tanınıp itibar kazanmasına yol açtı. Oğuz Yabgusuna karşı olan Türkler, etrafında toplandı. Müslümanlardan da destek alan Selçuk Bey, Müslüman olmayan Türkler üzerine yaptığı seferlerle şöhret kazandı. Onun bu şöhreti, Maveraünnehir'de üstünlük sağlamaya çalışan Müslüman devletlerden birisi olan Sâmânîlerle anlaşmasını sağladı. Sâmânî sultanı, Selçuk Beye, devlet sınırlarını diğer Türk akınlarına karşı korumasına karşılık, Buhara yakınlarındaki Nûr kasabasına yerleşme izni verdi.

Selçuk Bey; Mikâil, Arslan, İsrafil, Yusuf ve Musa adlarındaki oğullarıyla Büyük Selçuklu Devletinin temelini atıp, Tuğrul ve Çağrı adında iki torun bırakarak, yüz yaşlarında vefat etti. Selçuk Bey'in büyük oğlu, Tuğrul ve Çağrı beylerin babası olan Mikâil, babasının sağlığında ölmüştü. İkinci büyük oğlu olan Arslan Bey, babasının yerine geçti. Yabgu unvanını alarak, Selçuklular da denilmeye başlanan ailesini teşkilatlandırdı. Karahanlılar'ın Sâmânî Devletine son vermesi üzerine, Özkend'den kaçan Sâmânî şehzadelerinden İsmail Muntasır'ın, Arslan Yabgu'ya sığınması, Karahanlılarla aralarının açılmasına sebep oldu. Arslan Yabgu komutasındaki Selçuklular, Karahanlılar karşısında başarılı muharebeler yaptılar.

Selçukluların güçlenmesi, bölgenin hakimi Karahanlılar ile Gaznelileri zor durumda bıraktı. Karahanlı-Gazneli işbirliğiyle 1025'te Arslan Yabgu, Gaznelilerce yakalanıp, Hindistan'daki Kâlencer Kalesine hapsedildi. Bu hadiseden sonra, Selçuklularla Gazneliler arasında açık bir mücadele başladı. Onun esareti yıllarında Selçuklular, ortak hükümdar sistemiyle yönetildi. Musa'yı yabguluğa, Yusuf'un oğlu İbrahim'i de yınallığa getirdiler. Mikâil'in oğulları Tuğrul ve Çağrı beyler, amcalarının hakimiyetini tanımakla birlikte, ayrı bölgelerde yaşamaya başladılar.

Mahir süvarilerden oluşan Selçuklular, kalabalık hayvan sürüleri ve atları için, bol otlaklı, geniş yaylalar aradılar. Bu amaçla zaman zaman, komşuları Karahanlılar ve Gaznelilerin sınırlarına taşıp, yerli halkın şikâyetlerine sebep oldular. Onların bu durumunu kendileri için tehlikeli gören Karahanlılar, Selçuklu ailesi içinde karışıklık çıkarmak istedilerse de başaramadılar. Üzerlerine kuvvet gönderildi. Hattâ Yusuf Bey öldürüldü. Musa Yabgu ile birleşen Tuğrul ve Çağrı beyler, Karahanlı kuvvetlerini yenerek, Yusuf Bey'in intikamını aldılar. Siyasî durum iyice gerginleşti. Bölgede değişiklikler oldu. Bir baskınla Selçuklular bir hayli zayiata uğratıldılar. Bunun üzerine Çağrı Bey, dağılan Selçuklulardan üç bin kişilik bir süvari kuvvetiyle, Gazneli mukavemet mevkilerini aşarak, Doğu Anadolu sınırlarına kadar gitti. Van Gölü havzasından, kuzeyde Tiflis'e kadar uzanan bölgede keşif harekâtı yaptı. Ermeni ve Gürcü kuvvetlerini yenerek, bölgenin otlak ve yaylaklarının keşfiyle, gerekli siyasî, etnik, kültürel ve askerî stratejik bilgileri topladı. Bizans şehirlerine girdi. Keşif harekâtı neticesinde, bölgenin, Selçukluların yerleşmesine müsait olduğunu tespit ederek Tuğrul Bey'e bildirdi.

Selçukluların esir yabgusu Arslan, 1032 yılında, Hindistan'da hapsedilmiş bulunduğu Kâlencer Kalesinde ölünce, Gaznelilerle ilişkiler daha da bozuldu. Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul beyler kumandasındaki Selçuklu ve Türkmen güçleri, bölgenin en stratejik mevkiinde yer alan ve Gaznelilere ait olan Horasan'a ani bir taarruzla girerek, Merv, Nişabur ve Serahs havalisini ele geçirdiler. Gazne sultanı Mesud, Selçukluları tanımak zorunda kaldı. Musa Yabgu'ya, Tuğrul ve Çağrı beylere bulundukları yerlerin valiliklerini verdi. 1035 yılında yapılan bu antlaşma, dört ay gibi kısa bir süre devam etti. Yeniden başlayan Gazneli-Selçuklu mücadelesi, daha da şiddetlendi. Selçuklular, hafif süvari kuvvetleriyle, Gaznelilerin fillerle takviye edilmiş, ağır teçhizatlı, çoğu piyadeden meydana gelen ordusuna, gerilla savaşlarıyla çok kayıp verdirdiler. 1038 yılında Serahs civarında yapılan savaşta, Gazneli ordusu ağır bir yenilgiye uğradı. Gazneli Sultan Mesud, büyük bir devlet adamı, cesur bir kumandan olmasına rağmen, bu yenilgiden sonra Nişabur'u Selçuklulara bırakıp, kesin sonuç alınacak büyük savaşı devamlı geciktirdi. Tuğrul Beyin üvey kardeşi İbrahim Yınal, 1038'de Nişabur'u alıp, Tuğrul Bey adına hutbe okuttu. Nişabur'a gelen Tuğrul Beyi muhteşem bir törenle karşıladı. Tuğrul Bey Sultanü'l-Muazzam (Büyük Sultan), Çağrı Bey de Melikü'l-Mülûk (Hükümdarların Hükümdarı) ünvanını aldı. Büyük Selçuklu Devleti'nin kuruluş ve istiklâlini (bağımsızlığını) ilan ettiler. Selçuklu-Gazneli mücadelesi, 23 Mayıs 1040 Dandanakan Meydan Savaşı ve Selçukluların üstünlüğü ele geçirmesiyle neticelendi.

Selçukluların Yükselişi

Dandanakan'ın muzaffer başkumandanı Çağrı Bey, zafer sonrasında verilen toy, yani büyük ziyafette, üstün idarecilik vasfı ve keskin siyasî zekâsını takdir ettiği kardeşi Tuğrul Beyi Selçuklu Sultanı ilan etti. Merv, başkent yapıldı. Toplanan kurultayda, fethedilecek yerlerle, idareciler tespit edildi. Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Beye, Bust-Sistan havalisi Musa Yabgu'ya, Nişabur'dan itibaren bütün batı bölgeleri Tuğrul Beye verildi. Çağrı Beyin oğlu Yakutî ile İbrahim Yınal, batı cephesinde görev aldılar. Hanedandan Arslan Yabgu'nun oğlu Kutalmış, Cürcân ve Damgan'a, Çağrı Beyin oğlu Kara Arslan Kavurd ise, Kirman havalisine tayin olundular. Görev taksiminin ardından, kısa zamanda, kuzeyde Harezm dahil, Maveraünnehir, Sistan, Mekran bölgesi, Kirman ve civarı, Hürmüz emirliği, hattâ Arabistan Yarımadasında Umman ve dolayları ile Cürcân, Bâdgis, Huttalân tamamen zapt edildi. Tuğrul Bey, Taberistan, Kazvin, Dihistan, İsfehan, Nihavend, Rey ve Şehrezur'u alarak devletin sınırlarını genişletti. 1046'da Gence, 1048'de Erzen, Karaz, Hasankale, Erzurum ve havalisindeki Gürcü, Ermeni ve Bizans orduları yenilgiye uğratıldı.

Henüz yeni kurulan devlet, kısa zamanda, Büveyhîlerin işgalindeki Bağdat hariç, bölgedeki bütün İslam topraklarına hakim oldu. Sultan Tuğrul, Büveyhîlerin işgalindeki halifelik merkezi olan Bağdat'ı kurtarmak için, Abbasî halifesi El-Kaim bi-Emrillah'ın davetiyle 17 Ocak 1055'te Bağdat'a girdi. Halifenin, âlimlerin ve Sünnî Müslümanların büyük memnuniyetle karşıladığı Tuğrul Bey, Büveyhî Hükümdarlığını yıkarak, Abbasî halifeliğini yeniden ihya etti. İslam dünyasının takdirini kazanıp, büyük iltifatlara kavuştu. Halifeliğe karşı yapılan Fatımî saldırılarını bertaraf etti. Halifelik makamına ve Bağdat şehrine hizmetinden dolayı, 25 Ocak 1058'de Tuğrul Bey'e iki altın kılıç kuşatan Halife, onu, doğunun ve batının hükümdarı ilan etti. Selçuklu sultanının, halife tarafından "Dünya Hakanı" ilan edilmesi, Türklere büyük itibar kazandırdığı gibi, Alplik ruhunu okşayarak, İslam'ı yayma çabalarına daha fazla sarılmalarına yol açtı. Aynı yıl Tuğrul Bey, tahrikler sebebiyle isyan eden üvey kardeşi İbrahim Yınal'ı cezalandırdı. Çağrı Bey, 70 yaşlarında 1060'ta, Tuğrul Bey ise 1063'te yine 70 yaşında vefat etti. Tuğrul Bey, devletini sağlam temeller üzerine oturtarak, sınırlarını Ceyhun'dan Fırat'a kadar genişletti. Anadolu üzerine yaptırdığı akınlarla, Bizans yönetiminde bulunan bölgenin Türk yurdu olması için ilk harcı koydu.

Tuğrul Beyin oğlu olmadığından, Çağrı Beyin oğlu Muhammed Alparslan, Selçuklu sultanı oldu. Başa geçer geçmez, amcasının veziri Amîdülmülk'ü görevden alarak, yerine Nizamülmülk'ü tayin etti. Sultan Alparslan, tahta geçmek iddiasında bulunan diğer rakiplerini bertaraf ettikten sonra, batıya yönelerek fetihlere başladı. Kafkaslardan dolaşıp mahallî küçük krallıkları itaati altına aldı. Doğu Anadolu'nun kuzeydoğu ucundaki meşhur Ani kalesini 1064'te fethederek, 16 Ağustos 1064'te Kars'a girdi. Ani, Hristiyan âleminin kutsal yerlerinden biriydi. Bu fetihler İslam dünyasında büyük sevinç kaynağı oldu ve halife Kaim bi-Emrillah, Alparslan'a, "fetihler babası", yani çok fetheden anlamına gelen "Ebü'l-Feth" lakabını verdi. Sultan, 1065 yılı sonlarında doğuya yönelerek, Üst-Yurd ve Mangışlak taraflarına yürüdü. Başarı ile biten seferin sonunda; ticaret yollarını vuran Kıpçak ve Türkmenler itaat altına alındı.

Alparslan, 1067 senesinde Kirman meliki olan kardeşi Kavurd'un isyanıyla karşılaştı. Bu isyanı kısa sürede bastırdı. Öncelikle Müslümanlar arasında birliğin sağlanmasını arzu eden Alparslan, Bahreyn taraflarındaki Karmatî sapıkları ve Önasya'daki Şiî-Fatımî kalıntılarını temizlemek için harekete geçti. Şiî-Fatımî baskısının İslam ülkeleri üzerinden kalkmakta olduğunu gören Mekke şerîfi, Alparslan'a itaatini arz ederek, hutbeyi Abbasî halifesi ve Sultan Alparslan adına okutmaya başladı. Doğuda ve Batıda sistemli bir şekilde yapılan fetih hareketleri; 1067 yılında Anadolu'da başlatılan yıpratma ve yıldırma akınları, 26 Ağustos 1071'deki Malazgirt Savaşına kadar devam etti. Malazgirt Zaferiyle Selçuklulara kapıları açılan Anadolu, Türkiye Türklerinin istikbaldeki yurdu durumuna girdi.

Malazgirt Zaferi sonrasında, Bizans imparatoru Diogenes ile yapılan antlaşma, tahttan indirildiği için uygulanamadı. Sultan Alparslan, antlaşmanın silah zoruyla tatbikini kumandan ve beylerine emrederek, bütün Anadolu'nun fethini istedi. Selçuklu emrindeki Türkmen boyları, Orta Asya'dan batıya sevkedilerek, Doğu Anadolu'daki Bizans hududuna gönderildi. Selçukluların gazâ akınlarına karşı koyamayan Bizans kale ve garnizonları, Türklerin eline geçti. Türk akınları, Marmara Denizi sahillerine kadar uzandı ve fethedilen Anadolu, iskân edildi. Anadolu'nun Türkleşip İslamlaşması için gerekli bütün tedbirler alındı. Sultan Alparslan, çıktığı Maveraünnehir seferinde, esir alınan bir kale kumandanı tarafından şehit edildi. Türk tarihinin büyük sultanlarından olan Alparslan, enerjisi, disiplini, yiğitliği ve adaletiyle temayüz etmişti.

Alparslan vefat ettiğinde, devlet toprakları, doğuda Kaşgar'dan, batıda Ege kıyıları ve İstanbul Boğazına, kuzeyde Hazar-Aral arasından, güneyde Yemen'e kadar olan bir bölgeye yayılmıştı.



Alparslan'ın yerine oğlu ve veliahtı Melikşah, Selçuklu sultanı oldu. Sultanlığını tanımayan amcası Kavurd ile, Kerez'de yapılan savaşı kazanan Melikşah, birkaç gün sonra Kavurd'un ölümüyle, devlet içinde asayişi kısa sürede sağladı. İç işlerini halleden Melikşah, taht mücadelesinden faydalanarak Selçuklu hudutlarına saldıran Gaznelilerle Karahanlılara karşı sefere çıkıp onları anlaşmaya mecbur etti.

Doğu sınırlarının güvenliğini sağlayan Melikşah, babasının veziri ve kendisinin de hocası olan, sapık ve batınî akımlara karşı Sünnîliğin müdafaası için Nizamiye Medreselerini kuran Nizamülmülk'ten vezirliğe devam etmesini istedi. Bu sayede Selçuklu Devletine ve İslam dünyasına çok hizmet etmesine vesile oldu.

Sultan Melikşah, çok sakin, affedici, fakat devlet ve millet işlerinde çok ciddî, müstesna bir şahsiyetti. Devrinde bozkırlardaki Türk boylarını, bütün İran'ı, Arabistan'ı, Suriye ve Filistin'i yönetimi altına aldı. Anadolu'nun fethi üzerinde hassasiyetle durup, babasının görevlendirdiği amcaoğlu Kutalmışoğlu Süleyman Şah ve Türkmen beylerinden Alp İlig, Artuk Bey, Mansur, Dolat gibi komutanlarla fetihleri sürdürdü. Selçuklu komutanları, Bizans'ın Türklere karşı kurduğu Ölmezler adlı askerî birlikleri mağlup ettiler. Artuk Bey, Bizans kuvvetlerini, 1074'te Sapanca çevresinde yenerek, yüz binden fazla Türk'ü, İzmit'ten Üsküdar'a kadar olan sahaya yerleştirdi.

Kutalmışoğlu Süleyman Şah, güneydoğu harekâtıyla, Adana dolaylarını fethetmekle meşguldü. Fırat'ı geçerek Çukurova, Maraş, Tarsus, Antep ve Urfa'ya dağılan Ermeni ve ücretli Frank askerlerini Antakya'da, Gümüştigin de Nizip, Âmid (Diyarbakır) ve Urfa civarında Bizans kuvvetlerini mağlup ettiler.

Artuk Bey, Sultan Melikşah'ın emriyle, Doğu harekâtını idare etti. 1074-1077 yılları arasında Sivas, Tokat, Çorum havalisini, Yeşilırmak ve Kelkit havzalarını ele geçirdi. Artuk Beyden sonra yerine Danişmend Gazi geçerek, Amasya ve civarını Karadeniz'e kadar aldı. Mengücük Gazi, Şarkî Karahisar, Erzincan ve Divriği havalisini; Ebü'l-Kasım da Erzurum ve Çoruh bölgesini fethetti.

Orta, Kuzeybatı ve Batı harekâtını Kutalmışoğlu Süleyman Şah idare edip, Bizanslılarla mücadele ve onların âsi kumandanlarıyla ittifak yaptı. Bizanslılar, Balkanlar'daki iktidar mücadelesi ve iç hadiseler üzerine, Selçuklulardan yardım istediler. Yardım talepleri, Selçukluların çıkarları doğrultusunda karşılandı. Süleyman Şah, İznik'e yerleşerek, bu şehri, Türkiye Selçukluları Devletinin merkezi yaptı. Selçuklular, Anadolu'da sahil şehirleri dışında, Toroslar ve Çukurova'dan Üsküdar'a kadar bütün bölgeye yerleştiler. Bu durum karşısında Avrupalılar, Çin'e elçilik heyeti göndererek, Selçukluların doğudan sıkıştırılmasını istediler. Ancak, sonuç alamadılar.

Diyarbakır bölgesinin fethi için Selçuklu seferleri, Fahrüddevle Cüheyr'in İsfehan'a gelmesiyle başladı. Fahrüddevle, buradaki Şiî itikadlı Karmatîlerin yola sokulması için çalışan Artuk Bey ve bağlı kuvvetlerle birlikte Diyarbakır'a doğru yola çıktı.

Fahrüddevle'nin komutasındaki birlikler, çevredeki Mardin, Hasankeyf, Cizre ve daha otuz kadar kaleyi ele geçirdi. Diyarbakır, Fahrüddevle'nin oğlu Zaimüddevle emrindeki kuvvetlerin 4 Mayıs 1085'te şehre girmesiyle düştü ve Mervanîler Devleti ortadan kalktı.

Musul'un fethine memur edilen Aksungur ve diğer Türkmen emîrleri şehre savaşmadan girdiler. Fethi takiben Musul'a gelen Melikşah, büyük bir törenle karşılandı. Musul emîrliğine Şerefüddevle'yi tayin etti.

Sultan Alparslan zamanından beri Suriye ve daha güneye yürüyen ünlü Selçuklu kumandanlarından Atsız, seferlerini Melikşah zamanında da sürdürdü. Uzun süre kuşattığı Dımaşk (Şam)'ı 1076 Martında Selçuklu topraklarına kattı. Dımaşk'ın alınmasından sonra, camilerde okunan Şiî-Fatımî ezanını yasaklayarak, cuma hutbesini Halife Muktedî ve Sultan Melikşah adına okuttu. Daha sonra Selçuklu Devletinin "Fatımî Devletinin ortadan kaldırılması" politikasına uygun olarak, Mısır'a doğru sefere devam etti. Fakat, başarılı olamadı ve başarısızlığı Suriye emîrliğinden alınmasına sebep oldu. Yerine, Melikşah'ın kardeşi Tacüddevle Tutuş getirildi.

Sultan Melikşah, kardeşi Tutuş ile Kutalmışoğlu Süleyman Şahın mücadelesi üzerine 1086'da İsfehan'dan hareket ederek, Suriye'de asayişi yeniden tesis etti. Halep valiliğini Aksungur'a, Urfa'yı Bozan'a, Antakya'yı da Yağısıyan'a verdi. 1087 yılında Melikşah, Süveydiye kıyılarından Akdeniz'e ulaştı. Böylece Uzakdoğudan Ortadoğuya kadar hakimiyet kurdu. Dönüşte hilafet merkezi olan Bağdat'ı ziyaret etti. Halife Muktedi tarafından iki kılıç kuşatıldı ve 25 Nisan 1087'de "Dünya Hükümdarı" ilan edildi.

Saltanat Mücadelesi ve Çöküş

Selçukluların Türklüğe, İslam dünyasına ve insanlığa yaptıkları hizmetlerle kısa sürede yükselmeleri, düşmanlarını hızlı bir faaliyet içine soktu. Bizanslılarla ve sapık fırkalarla mücadele eden âlim ve kumandanlar suikastla öldürülüyordu. 1092 senesinde, önce Selçukluların ünlü veziri Nizamülmülk, Hasan Sabbah'ın fedailerinden bir batınî tarafından; arkasından Sultan Melikşah, Bağdat'ta zehirlenerek şehit edildiler.

Melikşah'ın ölümüyle başlayan saltanat mücadelesinde Şam meliki Tutuş, derhal sultanlığını ilan etti. Bu arada Melikşah'ın hanımı Terken Hatun da, küçük oğlu Mahmud'u sultan ve torunu Cafer'i halifenin veliahdı yapmak için bütün gücüyle uğraştı ve 1092'de Mahmud'un saltanatını ilan ederek, namına hutbe okutmaya muvaffak oldu. Yine bu arada taraftarlarıyla Rey'e çekilen Berkyaruk da sultanlığını ilan etti ve Terken Hatun'un üzerine gönderdiği orduyu Burucerd'de bozguna uğrattı. Terken Hatun'un Gence meliki İsmail'i yanına çekmesi de bir yarar sağlamadı.

Terken Hatun'un bir suikast neticesinde öldürülmesiyle, saltanat mücadelesi, Tutuş'la Berkyaruk arasında kaldı. Tutuş, Rey üzerine yürüdüyse de, 1093 yılında vuku bulan uzun mücadeleler sırasında birçok emîr, Berkyaruk tarafına geçti. Bu sayede Berkyaruk, karşısında orduyu bozguna uğrattı. Ayrıca Tutuş'un ölümüyle bütün rakiplerini bertaraf ederek, Bağdat'ta adına hutbe okuttu.

Sultan Berkyaruk zamanında Selçuklu Devleti: a) Irak ve Horasan, b) Suriye, c) Kirman, d) Türkiye Selçukluları olmak üzere dörde bölündü. Ayrıca Doğu Anadolu'nun çeşitli yerlerinde Türkmen beylikleri ve Atabeylikler ortaya çıktı. Berkyaruk, parçalanan Selçuklu İmparatorluğunu toplamaya başladığı bir sırada, Haçlı orduları da Suriye'ye geldi. Berkyaruk, Haçlılara ve onların Antakya Kuşatmasına karşı Kürboğa'yı ve Artuklu beylerini sefere gönderdi. Anadolu'dan geçen Haçlılar, Suriye'ye vardıkları zaman sayıları oldukça azalmıştı. Ancak, Şiî-Fatımîlerin, Sünnî Müslümanlara karşı Haçlılarla ittifak yapmaları, ayrıca Suriye emîrleri arasındaki güvensizlik ve rekabetler, Tutuş'un oğlu Dukak ile birlikte Suriye kuvvetlerinin haber vermeden çekilmesi, Frenklerin taarruza geçerek, Türkleri bozguna uğratmalarına sebep oldu. Neticede ilerlemeye devam eden Haçlılar, Antakya'yı işgalden bir yıl sonra Kudüs'ü ele geçirip, şehirde yaşayan yetmiş bin Müslüman ve Yahudi’yi hunharca katlettiler.

Bu arada Gence Meliki ve kardeşi Muhammed Tapar, Berkyaruk'a saltanat iddiasıyla isyan etti. Berkyaruk, 1100 senesinde Sefîdrud'da mağlup olmasına rağmen, Muhammed Tapar'ı arka arkaya dört kez bozguna uğrattı. Ahlat'a sığınan Muhammed Tapar, buranın hükümdarı Sülemen'i ve Ani emîri Menuçehr'i hizmetine alarak yeniden savaşa hazırlandıysa da, Sultan Berkyaruk çok kan aktığını, memleketin harap, emîr ve askerlerin yorgun düştüğünü, hazinenin boş kaldığını, vergilerin tahsil edilemez hale geldiğini ve nihayet İslam düşmanlarına fırsat verildiğini beyan ederek, gönderdiği bir elçiyle kardeşini barışa ikna etti. Böylece 1104'te Azerbaycan'da Sefîdrud hudut olmak üzere, Kafkasya'dan Suriye'ye kadar bütün vilayetlerde Muhammet Tapar sultan tanındı. Bağdat, Rey, Cibal, Taberistan, Fars, Huzistan, Azerbaycan, Mekke ve Medine'nin idaresi de Berkyaruk'ta kaldı.

Büyük Selçuklu Devleti, iki devlete ayrılmak suretiyle, Türkiye ile birlikte üç Selçuklu sultanı ortaya çıktı. Ancak bu durum çok uzun sürmedi. Çünkü Berkyaruk, hastalıklı olduğu için 1104 yılında, yirmi altı yaşındayken vefat etti. Sultan Berkyaruk, ülkesini düşünen ve milletinin refahı için çalışan bir kimseydi. Ancak, kardeş kavgalarının, memleketin birlik ve beraberliğe en muhtaç olduğu bir döneme rastlaması Berkyaruk'u çok üzdü. Buna rağmen fırsat buldukça Haçlı kuvvetleri üzerine asker sevk etmekten ve darbeler vurmaktan geri kalmadı.

Berkyaruk'un vefatından sonra Muhammed Tapar, Bağdat üzerine yürüyerek, fazla zorluk çekmeden 1105'te tek başına sultan oldu. Önce amcasının oğlu Mengübars'ın isyanını bastırdı. Daha sonra ülkede uzun zamandır karışıklık çıkaran, anarşiyi tahrik eden Batınîlere karşı mücadele etti. 1107'de, Batınîlerin merkezi olan Alamut Kalesi kuşatıldı ve çok sayıda Batınî öldürüldü. Selçuklular arasındaki karışıklıklardan faydalanan Haçlılar, Birinci Haçlı Seferi sonunda Suriye'de Haçlı devletleri kurmaya başladılar. Sultan Muhammed Tapar, bunların üzerine ordular gönderdiyse de, kumandanlar arasında tam anlaşma sağlanamadığından kesin sonuca gidilemedi. Sefer kumandanı Emîr Mevdud, Şam Ümeyye Camii'nde bir Batınî tarafından öldürüldü. Sultan, Haçlılara karşı Aksungur'u kumandanlığa getirdi. Bu arada kardeşi Sencer'i Suriye ve Horasan'daki Batınîlerle mücadele etmekle görevlendirdi. Alamut üzerine de bir ordu gönderdi. Sultan Muhammed Tapar'ın 1118'de vefatı sebebiyle, bu fesat ocağı ortadan kaldırılamadı. Sultan Muhammed Tapar, İsfehan'da yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi.

İleri gelen devlet adamları, Muhammed Tapar'ın henüz küçük yaştaki oğlu Mahmud'u tahta geçirdilerse de, Melikşah'ın oğlu ve Horasan meliki olan Sencer, yeğeni Mahmud'un sultanlığını kabul etmeyerek, saltanat iddiasında bulundu. 14 Ağustos 1119 tarihinde yapılan Save Savaşını kazanarak sultanlığını ilan eden Sencer, yeğenine evlat muamelesi yaptı ve kendi egemenliğini tanımak şartıyla, Rey hariç, batı ülkelerinin hakimiyetini ona bıraktı.

Sultan Sencer, batı işlerinden çok doğu ile uğraştı. Gaznelilerle savaştı. Karahanlıları kendisine bağladı. Zamanı, Selçukluların son parlak devriydi. Bu arada Büyük Selçuklu Devletini iki büyük tehlike tehdit ediyordu. Bunlardan birisi, batıdan Anadolu ve Suriye'ye saldırmakta olan Haçlılar, diğeri doğudan gelen ve devletin doğu sınırlarını zorlayan Karahitaylardı. Sultan, yalnız bu ikinci tehlikeyle uğraştı. Doğu Karahanlılar Devletini yıkarak Seyhun boylarını zorlayan Karahitaylarla çarpışan Sencer, onlarla 10 Eylül 1141 yılında yaptığı Katvan Meydan Savaşını kaybetti. Bu muharebeden sonra, Seyhun nehrine kadar olan topraklar Karahitayların eline geçti. Katvan Meydan Muharebesiyle, Büyük Selçuklu Devleti tarihinde yeni bir devir başladı ve Selçuklu ülkesi, Müslüman olmayan Türk ve Moğol birliklerinin istilasına uğradı.

Sultan Sencer'in bu yenilgisinden faydalanmak isteyen Gur hükümdarı Alâeddin Hüseyin, yıllık vergiyi vermemek, sultanlık peşinde koşmak gibi davranışlarla, Sencer'e olan tâbiliğinden kurtulmaya çalışıyordu. Zaten, sınırlarını fazla genişletmesi, bölgenin güç dengesini bozmakta ve bu durum Sultan Sencer'i endişeye düşürmekteydi. Büyük kuvvetlere sahip olan Gurlular üzerine yürüyen Sultan Sencer, Haziran 1152'de yaptığı muharebede Gur ordusunu yenerek, Katvan'da kaybedilen itibarı yeniden sağladı.

Gur galibiyetinden erişilen ihtişam fazla uzun sürmedi. Vergi tahsili sırasında yapılan haksızlık yüzünden, kendi soyundan olan Oğuzlarla bazı emîrler arasındaki ihtilaflar gittikçe büyüdü. Sultan Sencer, bir kısım emîrlerin ısrarı ile, göçebe oğuzların üzerine yürümek zorunda kaldı. 1153 yılı Mart ayında Belh civarında, Oğuzlarla yapılan savaşı Selçuklular kaybettiler. Bu ağır yenilginin sonunda Sultan Sencer esir düştü. Oğuzlar, Sencer'e esir de olsa sultan gözüyle baktılar.

Esir Sultanı kurtarmak için ilk harekete geçen, onu savaşa sürükleyen Belh valisi Emîr Kumac'ın torunu Müeyyed Ayaba oldu. Sencer, her ne kadar gündüz tahtta oturtuluyor ve zahirî bir iltifat görüyorsa da geceleri demir bir kafeste uyuyordu. Onun adına çok usulsüz işler yapılıyor ve bazı vaatlerde bulunuluyordu. Bu durum karşısında Sencer, 1156 yılı Nisan ayında kaçmaya muvaffak oldu. Fakat ağır Oğuz darbesi altında çöken, iç huzursuzluk ve istikrarsızlığa maruz kalan Büyük Selçuklu Devleti, kendini toplayamadı. Her ne kadar tâbi beyler, Sencer'e kurtuluşundan dolayı memnuniyetlerini ve bağlılıklarını bildirmişlerse de, Selçuklu kumandanları arasındaki mücadele Sultana gerekli imkânı sağlamadı. Sencer, 9 Mayıs 1157 senesinde yetmiş üç yaşında vefat etti. Merv'de daha önce yaptırdığı Dârü'l-Apir'de defnedildi. Onun vefatından sonra Büyük Selçuklu Devletinin İran, Irak, Suriye ve Anadolu'daki parçaları, Selçuklu Hanedanına mensup kişilerce idare edilip, on dördüncü yüzyıla kadar devam edenler oldu.

Devlet Teşkilatı, Kültür ve Medeniyet

Devlet Teşkilatı: Selçukluları meydana getiren Oğuzlar, Orta Asya'dan Maveraünnehir ve Horasan'a gelince bütünüyle İslamiyet’i kabul ettiler. Müslüman olmalarıyla eski bozkır kültürünün İslam’a aykırı olmayan müesseselerini sentezleştirdiler. Türk Devlet geleneğinin esasını teşkil ettiği Selçuklu devlet teşkilatı; Karahanlı, Sâmânlı, Gazneli ve Abbasî devletleri teşkilatlarından geniş ölçüde faydalanmış ve bunları kendi bünyesinde mükemmel bir surette uygulamıştır.

Hükümdar: Töre ve müesseselerin tanıdığı haklarla devletin tek hakimidir. Sultan unvanlı hükümdarlara genellikle Sultanülâzam denilirdi. Türklerdeki Hâkan veya Kağan, batıdaki imparator kelimesinin karşılığıdır. Sultan, Türkçe adının yanında İslamî ad da taşırdı. Halife tarafından künye ve lakap da verilirdi. Sultan merkezde oturur, ülke toprakları hanedan mensuplarınca idare edilirdi. Merkeze bağlı beylik ve atabeylikler vardı. Sultanın hakim olduğu ülkelerde adına hutbe okunur ve para basılırdı. Fermanlara ve dîvanın kararlarına büyük sultanın imzası yerine tuğra çekilip, tevkiî (nişan) yazılır ve emir ondan sonra yürürlüğe girerdi. Harplerde ve devlet ileri gelenleriyle yaptığı seyahatlerde, hakimiyet işareti olarak, başının üstünde atlastan veya altın sırmalı kadifeden yapılmış çetr (hükümdar şemsiyesi) tutulurdu. Çetre, sultanın ok ve yaydan meydana gelen armaları işlenirdi. Hükümdarlık sarayının kapısında veya saltanat çadırının önünde, namaz vakitlerinde, günde beş defa nevbet (mehter) çalınırdı. Sultan, haftanın belirli günlerinde devlet ileri gelenleriyle yüksek mevkili memur ve kumandanları huzuruna kabul edip, ülke meselelerini görüşür ahalinin halinden haberdar olurdu.

Saray Teşkilatı: Sarayda sultanın ailesi ve maiyeti otururdu. Saray teşkilatı ve teşrifatçılık, önceleri Oğuz töresine göre yapılırken, sonraları İslamî hüviyet kazandı. Sarayda, sultanla dîvanlar arasındaki irtibatı Hâcibü'l-hacib denilen Hâcib sağlar; örfî meselelerin hallinde kadıya da yardımcı olurdu. Hâcibler, sultanın güvendiği kişiler arasından seçilirdi.

Emîr-i Candâr: Saray muhafızlarının başı olup, maiyetindeki hassa birlikleriyle sarayın ve sultanın emniyetini sağlamakla görevliydi. Silahdar, merasimlerde sultanın silahlarını taşırdı ve silahhanedeki muhafızların âmiriydi.

Emîr-i Alem: Sultanın "Rayet-i Devlet" denilen bayrağını, saltanat sancaklarını taşımak ve muhafaza etmekle görevliydi. Emîr-i alemin maiyetinde alemdarlar vardı. Yasacı, bayrak ve nevbet takımını muhafaza ve idare ederdi.

Câmedâr: Sultanın elbiselerinin muhafızıydı. Emîr-i meclis, sultanın ziyafetlerini hazırlatıp, teşrifatçılık yapardı. Emîr-i Çeşnigîr, sultanın yemeklerini hazırlayan ve sofra hizmetlerini yapan çeşnigirlerin amiriydi. Şerabdar-ı has, sultanın şerbetlerini hazırlamakla, haftanın belirli günlerinde toplanan mecliste ve yemeklerde hizmetle görevliydi. Serhenk (Çavuş), törenlerde ve sultanın seyahatlerinde yol açardı. Ayrıca, Abdâr, Emîr-i Âhur, Üstadüddâr, Vekîl-i Has, Emîr-i Şikâr, Bazdâr ve Nedimler de sarayda vazifeli kişiler arasındaydı.

Hükûmet: Büyük dîvan denilen "dîvan-ı saltanat"ta devletin umumi işleri görüşülüp yürütülürdü. Selçuklularda büyük dîvandan başka, devletin malî, askerî, adlî ve diğer işlerine bakan dîvanlar da vardı. Dîvan başkanı, sultanın mutla vekili olan Sâhib, Sâhib-i Dîvan ve Hâce-i Büzürg de denilen vezirdi. Vezir bir tane olup, alâmet olarak destâr (sarık) ve altın divit verilirdi. Vezirin dividi, Devâtdâr'da olup, aynı zamanda sır kâtipliği de yapardı.

Selçuklularda, İstifâ dîvanı, malî işlerle ilgilenir, en önemli üyesine Müstevfî denirdi. Tuğra dîvanı, ferman, berat, menşur, mektup dahil, yazışmalara tuğra çekerdi. İşraf dîvanı; Müşrif-i memâlik de denilen müşrifin âmirliğinde genel teftiş yapardı. Dîvan-ı arz'a, Arzü'l-ceyş başkanlık ederdi. Emîr-i ariz de denilen bu zatın başkanlığındaki teşkilat, millî savunma hizmetleri ve ordunun ihtiyaçlarını karşılamakla vazifeliydi. Şehzadelerin yetişmesiyle ilgilenen atabeyler, eyalet merkezlerinde güvenlik hizmetleriyle ilgilenen ve şıhne (veya şahne) denilen askerî valiler, mülkî idareden mesul olan âmiller ve zabıta hizmetleriyle "emr-i bi'l ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker" (iyiliği emredip kötülükten sakındırma) görevini üstlenmiş olan muhtesipler de hükümet teşkilatı içinde yer alırdı.

Adlî Teşkilat: Adliye; şer'î ve örfî kazâ olmak üzere ikiye ayrılırdı. Şer'î davalara kadılar bakardı. Kâdı'l-kudât denilen baş kadı, Bağdat'ta bulunur, merkezde mahkeme başkanlığı yapardı. Baş kadı, diğer kadıları da teftiş ederdi. Kadılar, şer'î davalar, tereke (miras), hayrât ve vakıf işlerine bakarlardı. Selçuklu Türkleri, Hanefî mezhebinde olduklarından, davalar ve meseleler, bu mezhebin hükümlerine göre halledilirdi. Yanlış bir karar verilmişse, öteki kadılar, durumu sultana bildirerek, düzeltme yapılır, hatanın önüne geçilirdi. Kadıların yetişmesine çok dikkat edilirdi.

Örfî mahkemelerin başında, Emîr-i dâd denilen adalet emîri bulunurdu. Bunlar, devlete, kanunlara ve emirlere karşı gelenlerin davalarına, siyasî suçlara bakarlardı. Bir nevi olağanüstü mahkemeler demek olan Dîvan-ı mezalim'e başkanlık ederlerdi. Kazaskerler (Kadıaskerler), ordu mensuplarının davalarına bakardı. Dine aykırı görülen her harekete muhtesip, anında müdahale ederdi. Adliye mensupları, bağımsız olup, büyük dîvana ve eyalet dîvanlara bağlı değildiler.

Ordu: Devletin temeli olan ordu, Hassa ordusu ve tımarlı sipahilerden meydana eliyordu. sarayda özel olarak yetiştirilip, doğrudan sultana bağlı olan Gulamân-ı saray askerleri çeşitli milletlerden seçilirdi. Bunlar senede dört defa maaş alırlardı. Hassa ordusu; melik, vali, vezir ve diğer yüksek rütbeli devlet memurlarının emri altında, her an harekete hazır askerler olup maaşlıydılar.

Sipahiler; süvari kuvvetleriydi. Sipahi ordusu mensuplarından her biri, ülkenin çeşitli bölgelerinde kendilerine tahsis edilen toprakların (ikta=dirlik) gelirlerinden geçimlerini sağlıyordu. Selçuklular, askerî iktalar sayesinde, maaş ödemeden bir orduyu beslemiş, mühim bir Türkmen nüfusunu toprağa ve devlete bağlayarak iskân etmişti. Bu sayede üretimin artmasını, halk ile hükümet arasında yeni askerî ve idarî bir kadronun kurulmasını temin etmişti. Bin süvariden fazla asker besleyen ikta sahipleri vardı. Büyük Selçuklularda ordu mevcudu, 400.000'e kadar çıktı. Bunun 46.000'i merkezde, geri kalanı devletin diğer bölgelerine dağılmış durumdaydı. İkta sistemiyle, ülke menfaatlerini âhenkleştirip, kudretli askerî ve idarî teşkilata sahip oldular. Aynı sistem, Osmanlıları da etkiledi. Halk arasından Haşer denilen ücretli askerler de alınırdı. Ayrıca gönüllü Gâziyân ve çeşitli askerî sınıflar da vardı.

Selçuklu ordusunun gezici hastaneleri ve Çerge denilen hamamları vardı. Orduda hafif silah olarak ok, yay, kılıç, kalkan, mızrak, harbe, sökü, bozdoğan da denilen topuz, gürz, balta, nacak, çekre, zemberek, pala, cevşen (zırh) ve çokal kullanılırdı. Ordunun silahları ülke içinden, en iyi malzeme kullanılarak, sanatında pek mahir ustalar tarafından imal edilirdi. Büyük Selçuklularda deniz kuvvetleri olmamasına rağmen, bağlı devletlerde vardı. Ordunun ihtiyacının karşılanması ve meselelerin halline Dîvanü'l-ceyş bakardı.

Sosyal Hayat: Selçuklularda sınıfsız bir cemiyet hayatı vardı. Sosyal yapı, Ortaçağ Avrupası’ndan tamamen ayrıdır. Toplum; Selçuklu hanedanı ve mensupları başta olmak üzere askerî ve mülkî rical ile devlet teşkilatı dışında kalan ahaliden meydana geliyorsa da, Avrupa'daki gibi sınıf, Hindistan'daki gibi kast sistemi mevcut değildi. Hanedan ve devlet ileri gelenlerinin büyük yetkileri olmasına rağmen, şehirde ve köyde yaşayan halkın, kanun karşısında hak ve vazifeleri vardı. Şer'î hükümler karşısında herkes eşitti. Köylü hür olup, toprağın hâs ve ikta oluşuna göre hükümetin himayesi altında çalışırdı. Vergisini verirdi. Mülk, topraklar, veraset yoluyla çocuklara geçerdi.

İktisadî ve Ticarî Hayat: Selçukluların hakim olduğu Horasan, İran, Irak, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkeleri bu devirde, ekonomik bakımdan en yüksek seviyeye çıkarak, milletler ve kıtalar arası ticarette köprü görevi görüyordu. Selçuklu ülkesinin her türlü ziraî mahsulün yetişmesine müsait iklim, coğrafî ve doğal zenginliklere sahip olması sayesinde bol mahsul yetişiyordu. Tahıl sıkıntısı çekilmeyip, o günkü şartlarda fiyatı da ucuzdu. Ülke içinde ve dışında, kıtalar ve milletlerarası ticareti emniyetle sağlayan yol ve kervansaraylar yapılmıştı.

Yabancı ülkelerle ticarî anlaşmalar yapılıp, çok düşük gümrük tarifeleriyle ihracat ve ithalat teşvik edildi. Karada eşkiyanın ve açık denizlerde korsanların tecavüzlerine uğrayan tüccarın zararının, hazineden tazmin edilerek garanti altına alınması ticaretin gelişmesinde çok etkili oldu. Devletin tüccara garantisi, her türlü emniyet, huzur ve imkânının yanında ayrı bir teşvikti.

Ticaretin gelişmesi, gümrüklerin azlığı, üretimin bolluğu, otlak ve hayvanların çokluğu sebebiyle, Selçuklu ülkesinde zenginlik ve refah vardı. Bol buğday, pirinç ve pamuk tarımı yapılıyordu. Çok hayvan yetiştirilip diğer ülkelere satılıyordu. Bakır, demir, gümüş ve dokuma sanayi için şap madeni çıkarılıyordu. Halı, pamuk ve yünlü dokuma denizci örtüleri, ipek kumaşlar, ipek tül ve mendil dokunup ihraç ediliyordu. Kâşihanelerde zarif çiniler imal edilip, Selçuklu eserlerini süslüyordu. Yapılan ve satılan mallar, sıkı kontrolden geçerdi. Her zanaat kolu, bir lonca teşkilatına bağlıydı. Loncalar, meslek ve erbabını kontrol altında tutardı. Lonca reisine Ahî, ahîlerin reisine de Ahî Baba denirdi. Bu teşkilat daha sonra Osmanlılara geçti. Esnaf ve tüccar mallarının alınıp satıldığı, tanıtıldığı, mahallî, millî ve milletlerarası pazarlar kurulurdu. Selçuklular, şeker ve nadide eşya alıp, at, halı, ipek ve maden satarlardı. Devletin gelir kaynakları, arazi vergisi olan haraç, ziraat vergisi olan öşür, iltizam, ganimet, bağlı ve komşu devletlerin hediye ve yıllıkları idi. Hayat pahalılığı, yok denecek kadar az olup, 1056 ile 1113 yılları arasındaki yetmiş beş senelik fiyat yükselmesinin oranının toplamı yüzde onu geçmemiştir.

İlim: Selçuklular, İslam’a tam bağlı, itikatta ve amelde Ehl-i sünnet mezhebine mensuptular. Türkler ekseriyetle itikatta Matüridî, amelde Hanefî mezhebindendir. Ülkede kısmen de itikatta Eş'arî ve amelde Şafiî ve diğer hak mezhep mensupları da vardı. Batınîler gibi sapık fırkalar varsa da, bunlarla âlimlar ve devlet mücadele halindeydi. Devlet, ilim ve âlimlerin yanında olup, gelişmesi için bütün imkânlarını seferber etmişti. Dinî eğitim ve öğretimin yapıldığı medrese, tekke ve zaviyeler ülkenin her tarafında yaygındı.

Selçuklu medreselerinde, dinî ve fennî bütün ilimler, konunun mütehassısları tarafından okutulurdu. Selçuklular zamanında değerli âlimler yetişip, halâ değerini koruyan orijinal eserler yazıldı. Ebü'l-Kasım Abdülkerim Kuşeyrî, Ebu İshak Şirazî, Ebu Meâlî Cüveynî, İmam-ı Gazalî, El-Hatîbî, Abdullah-ı Ensarî, Vâhidî, Fahru'l-İslam Pezdevî, Serahsî, Yûsuf-i Hemedanî, Şehristânî, İmam-ı Begavî, Kâdı Beydâvî, Abdülkâdir-i Geylanî, Nizamülmülk dahil daha pek çok âlim, Büyük Selçuklu ve onlara bağlı devletlerde çok hürmet ve himaye görüp, değerli eserler vererek insanlığa hizmet etmişlerdir.

Selçuklular, İslamî ilimlerin eğitim ve öğretiminin yapıldığı ve zamanın fen bilimlerinin öğretildiği çeşitli fakültelere sahip, üniversite mahiyetinde büyük medreseler yaptırdılar. En büyüğü, Bağdat'taki Nizamiye Medresesi olup, İsfehan, Nişabur, Belh, Herat, Basra ve Amul'da benzerleri vardı. Buralarda aklî ve naklî bütün ilimler öğretilirdi. Medreselerde, mütehassıslarınca okutulan riyaziye (matematik), hey'et (astronomi), hendese (geometri), cebir, fizik, kimya sahalarında derin âlimler yetişti. Rasathaneler kurularak, gök cisimlerinin hareketleri izlendi ve esaslı takvimler yapıldı. Bu sahalarda, edebî yönüyle de tanınan Ömer Hayyam, Muhammed Beyhekî, Ebü'l-Muzaffer İsferâyinî, Vâsıtî, Ahmed Tûsî ve daha pek çok âlim yetişip değerli eserler verdiyse de, on üçüncü yüzyılda İslam ülkelerindeki Moğol tahribatı sebebiyle, bunlardan faydalanma imkânı büyük ölçüde kaybolmuştur. Yazılan pek değerli eserler, Moğolların kanlı çizmeleri altında heba olmuştur.

Selçuklu sultan ve devlet adamlarının destek ve himayesiyle kıymetli edebiyatçı ve şairler yetişmiştir. Selçuklu sarayında, devlet teşkilatıyla edebiyat çevrelerinde genellikle Farsça, medrese çevrelerinde Arapça, Selçuklu hanedanı ve Türkmenler arasında ve orduda da Türkçe konuşulup yazılırdı. Nazım ve nesir sahasında kıymetli kitaplarıyla tanınan Meşhur Bostan ve Gülistan sahibi Sadi-i Şirazî, Ömer Hayyam, Enverî, Lami-i Cürcânî, Ebyurdî, Ezrâkî gibi edip ve şairler, nesir ve nazım eserler verdiler. Gazâ ve fetih ruhunu canlı tutan destanî eserler yazdılar. İlmî eserlerde olduğu gibi, edebî eserlerin bazıları, Moğol tahribatı sebebiyle ele geçmemiştir.

Mimarlık ve Sanat: Selçuklu mimarî ve sanat eserlerinin çoğu birer şaheserdir. Batınîler, Moğollar ve asırların tahribatına rağmen kalabilenleri uzmanlarınca halâ hayranlıkla incelenmektedir. Selçuklu sarayı, köşk, medrese, cami, mescit, türbe, kümbet, kervansaray, ribat, han çarşı, tıp fakültesi mahiyetinde her biri şifa yurdu olan hastane, kaplıca, hamam, çeşme, ev, yol, kale, sur, kule, tersaneler ve diğer sosyal, sivil ve askerî eserler belli başlı Selçuklu mimarî eserlerini oluşturur. Kitabe, hat, tezhip, süsleme, minyatür, çini, halı, kilim ve seccadeler ise Selçuklu eserlerine ayrı bir zenginlik kazandırır. Çadır şeklinde yapılan kubbeler de Selçuklu mimarî eserlerinin bir başka zarafet ve ihtişam örneğidir. Çadır şeklinde kubbe, türbelerde çok kullanılmıştır. Sultan, evliya, âlim, devlet adamları ve hürmete lâyık kişiler adına yapılan muhteşem türbeler, ülkenin her tarafında mevcuttu.

İlk Büyük Selçuklu hükümdarı Tuğrul Bey'in, Rey'de Künbed-i Tuğrul, İsfehan, Hemedan ve Merv'de diğer sultanların muhteşem türbeleri çok süslü, kıymetli eşya ve mefruşatla doluydu. Bağdat'ta İmam-ı Azam Ebu Hanîfe'ye ve Necef'te Hazret-i Ali'nin makamına muhteşem türbe ve külliyelerin Sultan Melikşah tarafından yapılması, Selçukluların Sahabe-i Kiram, Ehl-i Beyt, âlim ve muhterem zatlara saygılarındandır. Selçuklular, Merv, Rey, İsfehan, Hemedan, Bağdat ve Nişabur'da muhteşem saraylar ve camiler inşa ettiler.

İsfehan ve Bağdat'ta rasathaneler kurularak, mîladî Gregorien sisteminden daha sağlam ve hassas olan Celalî Takvimi, Sultan Melikşah'ın "Celaleddin" lakabına nispetle hazırlandı. İsfehan ve Bağdat'ta, büyük şehirler de dahil, ülkenin her tarafında şaheser vasıfta büyük ve muhteşem camiler yapıldı. Selçuklular zamanında, iki bin kişinin namaz kılabileceği, yirmi bin kişinin vaaz dinleyebileceği kadar büyük camiler yapıldıysa da, bu muhteşem eserler, Batınîler ve Moğollar tarafından tahrip edilmiştir. Melikşah'ın İsfehan'da yaptırdığı Ulu Cami (Mescid-i Cuma), Batınîler tarafından kundaklandı. Yanan beş yüz yazma, paha biçilmez Kur'an-ı Kerim dışında cami, bir milyon altın sarfla tamir edildiyse de eski halini alamamıştır.

Han, kervansaray, çeşme, yol, köprü, ribat, hankâh, hamam, cami ve medreseler ülkenin her tarafında yaygındı. Selçuklularda hükümetin imar ve inşaat işlerini Emîr-i mîmar yönetiminde bir heyet kontrol ve nezaret ederdi. Ayrıca, büyük abidevî eserlerin, ihtiyaçları vakıf gelirinden karşılanan, daimî bir mimarları bulunurdu.

Büyük Selçuklu İmparatorluğu Hükümdarları

1) Tuğrul Bey (1040 - 1063)



2) Sultan Alparslan (1063 - 1072)



3) Sultan I. Melik Şah (1072 - 1092)



4) Sultan Mahmud (1092 - 1093)



5) Sultan Beryaruk (1093 - 1104)



6) Sultan Melik Şah (1104 - 1105)



7) Sultan Muhammed Tapar (1105 - 1118)



8) Sultan Sancar (1118 - 1157)








Harezmşahlar Devleti

XI. yüzyılın sonlarında Harezm'de kurulan ve 1230'da yıkılan Türk imparatorluğu. Harezmşahlar soyunun kurucusu Anuş Tegin, Garca adlı bir Türk kölesidir. Garca, Büyük Selçuklu emîrlerinden Bilgi Tegin tarafından, Gürcistan'dan satın alınarak saray hizmetine verildi. Kısa bir süre sonra, başarılı çalışmaları sebebiyle, Harezm valiliğine getirildi. Ölümünden sonra, oğlu Kutbeddin Muhammed, Muhammed Harezmşah unvanıyla, Sultan Sencer tarafından Harezm'e gönderildi. Otuz yıl süre ile Harezm'i yöneten Kutbeddin Muhammed, iyi bir yönetici, anlayışlı bir siyaset adamı idi. Zamanında Harezm, büyük bir ilerleme gösterdi. Kutbeddin'in ölümünden sonra, büyük oğlu Kızılarslan Atsız, Harezmşah olarak görevlendirildi. Atsız, ilk zamanlarda Selçuklulara bağlı kaldı. Sultan Sencer ile birlikte seferlere çıktı. Kendi gücünü arttırmak için, Cend ve Mangışlak gibi, Seyhun ötesindeki sahalara kadar ilerledi. Bir süre sonra Sencer ile arası açıldı. Sencer, Atsız'ı beğeniyordu.

Bunan yararlanan Atsız, bağımsızlığını ilan etti. Selçuklu memurlarını hapsederek, mallarına el koyduğu gibi, Horasan yollarını da kapattı. Bu sırada Belh'te bulunan Sencer, büyük bir ordu ile Harezm üzerine yürüdü (1138). Yapılan savaşta, Atsız'ın ordusu yenilgiye uğradı, oğlu Atlığ da esir edilerek öldürüldü. Sencer, Harezm'in yönetimini Süleyman bin Muhammed'e vererek vezir, atabey, hâcib gibi memurlardan meydana gelen bir dîvan kurdu, sonra Merv'e döndü (1139). Bu durum, Harezm halkını gücendirdi. Bundan da faydalanan Atsız'ın çalışmaları sonucu, Süleyman ve adamları, Harezm'den ayrılmak zorunda kaldılar (1140). Bir yıl sonra Harezm hâkimiyetini elde eden Atsız, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1141). Sencer, aynı yıl, Karahıtaylarla yaptığı savaşta yenildi. Bunun üzerine Atsız, tekrar bağımsızlığını ilan etti. Horasan üzerine yürüyerek, Sencer'in (Selçuklu) başkenti Merv'i ele geçirdi. 1142'de de Nişapur'u alarak kendi adına hutbe okuttu.

Ancak, Atsız'ın bu başarısı çok uzun sürmedi. Horasan'da hakimiyetini tekrar kuran Sencer'in üzerine geldiğini duyan Atsız, aldığı yerleri boşaltarak Harezm'e döndü. Tekrar, Sencer'e bağlılığını bildirdi (1144). Merv'den aldığı hazineleri geri verdi. Karahıtaylara her yıl 20 000 dinar altın vermeyi kabul etti. Bir taraftan da Sultan Sencer'i öldürtmek için Merv'e iki fedaî gönderdi. Durumu haber alan Sencer, bu suikast teşebbüsünden kurtulduğu gibi, Harezm'e karşı üçüncü defa sefere çıktı (1147). Hazarasb kalesini, iki aylık bir kuşatmadan sonra aldı. Harezm'in başkenti olan Gürgenç önlerine geldi. Bu sırada araya giren bir dervişin ricasını kıramayarak, Atsız'ın atından inip toprağı öperek, kendisini metbu tanıma isteğini kabul etti. Fakat Atsız, atından inmeden, Sencer'in isteğini başıyla selam vererek yerine getirdi. Bunun üzerine Sencer, Merv'e döndü. Horasan üzerindeki niyetlerini bir tarafa bırakan Atsız, Seyhun kıyılarını aldı (1152). Oğuz-Selçuklu savaşında Sultan Sencer, Oğuzların eline esir düştü. Bu olay üzerine Atsız, bir yandan Sencer'i kurtarmağa, bir yandan da Oğuzlarla Sencer'in arasını bulmağa çalıştı. Sencer'in esaretten kurtulmasından sonra, ona tebrik mektubu göndererek, emrinde olduğunu bildirdi. Aynı yıl temmuz ayının otuzuncu günü öldü (1156). Atsız'ın yerine veliaht olan Ebu Feth İl-Arslan geçti. Harezm'de bulunan amcaları İnal Tigin ve Yusuf'u, kardeşleri Hitay Han ile Süleyman Şah'ı öldürten İl-Arslan, rakipsiz olarak Harezmşah tahtına çıktı. Sultan Sencer'in ölümü, Harezmşah Devletini, Doğu İran'ın en güçlü devleti haline getirdi (1157). Sencer'e bağlı mahallî hanedanlar, Oğuz reisleri, Büyük Selçuklu emîrleri, yönettikleri bölgeleri genişletmek için büyük bir çaba gösteriyorlardı. Irak'taki Selçuklu Sultanı Gıyaseddin Muhammed bin Mahmud'un durumu pek sağlam değildi. İl-Arslan, bu durumdan yararlanarak, bağımsızlığını ilan ettiği gibi, durumu Selçuklu sarayına da duyurdu.

İl-Arslan, Selçuklu emîrlerinin doğu İran'da yaptıkları muharebelere, zaman zaman, çıkarı için karıştı. Bağdat halifesi ile Irak Selçuklu sultanı arasında aracılık etti. Nişapur'u kendisine merkez yaptıktan sonra Tus, Bistan, Pamyan taraflarını da ele geçirdi. Karahıtaylar, Harezm üzerine yürüdüler (1172). İl-Arslan, öteki Harezmşah hükümdarlarının yaptığı gibi, topraklarını su altında bırakarak savunmak istedi. Aynı yıl, hastalanarak Nişapur'da öldü. İl-Arslan'ın ölümünden sonra küçük oğlu Celaleddin, Harezmşah tahtına oturdu. Cend'de vali olan büyük kardeşi Tökiş, Celaleddin'in emrini yerine getirmediği gibi, Karahıtaylara sığınarak, askerî yardım talebinde bulundu. Karahıtaylar, Tökiş'in isteğini olumlu karşılayarak, çok kuvvetli bir orduyu onun emrine verdiler. Bunun üzerine Celaleddin Şah ve annesi, Harezm'den ayrılarak, Irak Selçuklularının nâibi Melik Ay-Aba'nın yanına geldiler. Kardeşinin kaçması üzerine Tökiş (1172-1200), kolayca Harezmşah tahtına geçti. Tökiş, ailenin en büyük hükümdarlarından birisi olarak ün kazandı. Saltanatının ilk yıllarında, kardeşi Celaleddin Şah, Melik Ay-Aba ile onun üzerine yürüdü. Tökiş, Subarlı kasabasında Ay-Aba'yı bekledi. Ordusunu pusuya düşürüp yok etti. Ay-Aba'nın başını kestirdi (1174). Celaleddin Şah ve annesi, bu başarısızlık üzerine Dihistan'a kaçtılarsa da, Tökiş, Terken Hatun'u yakalatıp öldürttü. Celaleddin Şah ise Gur sultanı Gıyaseddin'e sığındı. Çok geçmeden Tökiş ile Karahıtayların arası açıldı. Bu durumu öğrenen Celaleddin Şah, Karahıtaylar ile birleşerek Harezm'e yürüdü.

Harezm, topraklarını sular altında bırakarak, başkentte kendisini savundu. Büyük bir savaşı göze alamayan Karahıtaylar, geri çekildiler. Yalnız, Celaleddin Şah'a bir miktar asker vererek Merv, Serahs şehirlerini içine alacak küçük bir emîrlik kurmasına yardımcı oldular. Zaman zaman, kardeşi Tökiş ile dostça geçinen Celaleddin Şah, kardeşinin İran seferinde bulunuşunu fırsat bilerek Nişapur üzerine yürüdü (1187). Başarı sağlayamadan Merv'e dönmek zorunda kaldı. Bir süre sonra burada vefat etti. Kardeşinin ölümünden sonra Tökiş, bütün Doğu İran ve Horasan'a söz geçirmek ve oraları buyruğu altına almak istedi. Abbasî halifesi Nâsır ile anlaşarak, Selçuklu sultanı II. Tuğrul'u yendi ve öldürttü (1194). Hemedan ile öteki Selçuklu kalelerini ele geçirdi. Selçuklu Sultanlığının yıkılışından sonra Tökiş, kendisine sultan unvanını verdi, kestirdiği sikkelere bu unvanı yazdırdı.

Harezmşahların, Batı İran'da üstünlük kurmaları kolay olmadı. Tökiş, ölümüne kadar, İran işleriyle uğraşmak zorunda kaldı. İsfahan'ı Kutluğ İnanç'a, Rey'in idaresini onun oğlu Yusuf'a verdi. Büyük emîrlerinden Mayacuk'u atabey yaptı. Kendisi Harezm'e döndü. Bu sırada, Halife ordusunun Irak'a yaptığı saldırı püskürtüldü. Yusuf Hanın, Rey'den ayrılmasıyla, Mayacuk yönetimi ele aldı. Durumu düzeltmek için Tökiş, üçüncü defa Irak seferine çıktı (1196). Bağdat ordusunu yendi. Hemedan'ı kendisine sığınmış olan Atabey Özbek'e, İsfahan'ı da oğlu Erbaş'a verdi. 1198'de Mayacuk ayaklandı. Tökiş, onu yendi ve öldürttü. İsmailîlerin elinde bulunan bazı kaleleri aldıktan sonra Harezm'e döndü, orada öldü (1200). Oğlu Alâeddin Muhammed, onun yerine geçti.

Büyük kardeşi Melikşah'ın 1197'de ölümünden beri veliaht olan Alâeddin Muhammed, önce Gur sultanları Şahabeddin ve Gıyaseddin ile savaştı. Tökiş'in ölümünden faydalanan bu sultanlar, Merv ve Tus şehirlerini aldıktan sonra Nişapu'u ele geçirdiler. Hindu Han, Melikşah'ı, Alâeddin'e karşı koz olarak kullanmak için, Merv ve Serahs vilâyetlerinin idaresiyle görevlendirdi. Nişapur'a yürüyen Alâeddin, Gurluları, ülkelerine serbestçe dönmek şartı ile bıraktı. Merv ve Serahs'ı geri aldı. Hindu Han, Gur ülkesine dönmek zorunda kaldı. Harezm'e dönen Alâeddin, bir yıl sonra, Herat üzerine yürümeye karar verdi, fakat Sultan Şahabeddin'in, Harezm'e yürümek için ordu hazırladığını duyunca, bundan vazgeçti. Harezm'e çekilen Alâeddin'in ardından Gurlular da Tus'a geldiler. Kardeşi Gıyaseddin'in ölüm haberini alan Şahabeddin, Gur'a döndü. Bunun üzerine Alâeddin, Herat'ı almak istediyse de başarı kazanamadı. Gur'da durumunu düzelten Şahabeddin, hızla Harezm üzerine yürüdü. Alâeddin, daha önceki savunma usulüne başvurarak, Harezm'in o çevresini sular altında bıraktı. Fakat, Gur ordusu, Harezm tarihinde ilk defa olarak, kırk günde bu bölgeyi geçti ve Alâeddin'in ordusunu yendi. Karahanlı sultanı Osman ve Karahıtay orduları, Alâeddin'in yardımına geldi. Gurlular, ağırlıklarını yakarak geri çekildiler. Onları takip eden Alâeddin, Hazarasb'da, Gurlular'ın sağ kolunu dağıttı, bir çok esir ve ganimetle döndü. Karahıtay ordusu ile Anahod önünde, Şahabeddin'in ordusunu çevirerek, iki gün süren bir savaştan sonra mağlup etti.

Zorlukla Anahod kalesine sığınan Şahabeddin, Semerkand sultanı Osman'ın aracılığıyla, büyük bir fidye karşılığında Gazne'ye dönebildi. Karahıtayların başarısı, Harezmşah'ı korkuttu. Bu yüzden, bir süre sonra, Gurlu Sultanı Şahabeddin ile dostluk kurmak için Gazne'ye elçi gönderdi. Hindistan'da büyük başarılar kazanan bu Müslüman hükümdar, dinsiz Karahıtaylar'dan öc almak istediği için, Alâeddin'in dostluk teklifini iyi karşıladı. 1205'te, ordusunun eksiklerini tamamlamak için Hindistan'a bir sefer düzenledi. Dönüşünde de Alâeddin'e haber göndererek, Karahıtaylar üzerine yürüyeceğini bildirdi. Fakat, bir Hintli veya Batınî tarafından hançerlenerek öldürüldü (1206). Onun ölümünden sonra Gurlular yıkıldı. Harezmşah Alâeddin, bu durum karşısında, Nişapur'a emîrler göndererek, Horasan ordusunu Herat'ı almak için görevlendirdi. Kısa zamanda Herat alındı, valiliğine Hüseyin getirildi. Ordusunun başında Belh'e yürüyen Alâeddin, kuvvetli bir kuşatmadan sonra burayı teslim aldı (1207).

Alâeddin'in bu tarihten sonra karşısında bulunan siyasî ve askerî güç, Karahıtaylardı. Harezmşahların her yıl vergi vermek zorunda oldukları bu devleti ortadan kaldırmak, Alâeddin'in en büyük hedefi idi. Bunu gerçekleştirmek isteyen Alâeddin, büyük bir orduyla Mâverâünnehir seferine çıktı. Karahıtayları yenerek, Buhara'yı aldı (1208). Bu tarihten sonra Karahıtaylar bir daha toparlanamadılar. Küçlük kumandasındaki Naymanların, Cengiz'in önünden kaçarak Karahıtay topraklarına girişi, bu devletin yıkılışını kolaylaştırdı. Ayrıca, Semerkand, Alâeddin tarafından zapt edildi (1212). Mâverâünnehir, kesin olarak, Harezmşahların hakimiyeti altına girdi. Gazne'yi alan Alâeddin, bu bölgenin yönetimini, büyük oğlu Celâleddin'e verdi (1215). İran'a sefer yaptı (1217). Fars ve Âzerbaycan atabeylerini itaat altına aldıysa da, Hemedan'dan Esedâbâd yolu ile Bağdat'a gönderdiği ordu, ağır kış yüzünden, ağır bir kayba uğrayarak dağıldı (1218). Bu sırada Cengiz'in zaferlerini duyan Alâeddin, bilgi edinmek için Moğol hakanına bir elçi gönderdi. Cengiz'in gönderdiği elçilik heyetini kabul etti. Cengiz, elçisi aracılığıyla Alâeddin'e, dostlukla ticaret ilişkilerinin sıkılaştırılması dileğini bildirdi. Fakat, bir süre sonra Cengiz'in bir kervanı, Otrar'da, Alâeddin'in Muhammed'in valisi İnalcuk tarafından yağmalanarak, kervanda bulunanlar öldürüldü. Kervandan kaçıp kurtulabilen bir kişi, durumu Cengiz'e bildirdi. Bunun üzerine Cengiz, Harezmşah'a bir heyet göndererek, Gayır Han diye bilinen İnalcuk'un teslimini ve malların tazminini istedi. Alâeddin Muhammed, bu isteği şiddetle reddederek, Cengiz ile savaşa karar verdi. Alâeddin'in bu kararı, Harezmşah İmparatorluğunun birden ortadan kaldırılması, Doğu İslâm dünyasında yüz binlerce Müslüman’ın ölümü, birçok şehir ve eserin yakılıp yıkılmasıyla sonuçlandı.

Cengiz, Harezmşahlara karşı 200 000 kişilik bir ordu hazırladı. Alâddin Muhammed, kurduğu harp meclisinde, Moğol ordusunun Seyhun nehri kıyısında karşılanması görüşünü kabul etmeyerek, Mâverâünnehir'de savaş yapılmasını kararlaştırdı. Kuvvetlerini, büyük şehir ve kalelere dağıttı. Bu kuvvetlerin başına ayrı ayrı kumandanlar getirdi, kendisi de Horasan'a geçti. Cengiz, ordusunu küçük birliklere ayırıp, Mâverâünnehir'in sağlam kalelerini birer birer ele geçirdi, savunan ve kendini koruyan şehirleri yakıp yıktı. Kısa bir süre içinde Buhara ve Semerkand, Otrar, Sıgnak, Barçlığ, Kend, Cend, Benâkend ve Hocend gibi şehirler, Cengiz'in eline geçti. Mâverâünehir'in en güçlü savunma merkezi olan Semerkand, Türk kumandanının büyük kahramanlık göstermesine rağmen teslim oldu. Cengiz, ordusuna, küçük vilâyetlerin alınmasını emretti. Belh'te bulunan Alâeddin, Irak'a, oğlu Rükneddin'in yanına gitmek bahanesiyle Tus'a kaçtı. Moğollar, her yanda hızla ilerliyorlardı. Nişapur ve Bistâm yoluyla Rey'e gelen Alâeddin, oğlunu da yanına alarak, Devletâbâd yakınlarında Moğolları durdurmak istedi. Yenilerek Abiskun'da bir adaya sığındı. Biraz sonra, burada hastalanarak öldü (1220). Yerine oğlu Celaleddin geçti.

Harezm'e dönen Celaleddin, veliahdlığını tanımak istemeyen bazı Türk kumandanlarının, kendisini öldürteceklerini, Moğolların da yaklaştığını öğrenince Horasan'a kaçtı. Bir süre sonra iki kardeşi Uzlug Şah ve Ak Şah Horasan'a geldiler. Harezm'de toplanmış olan 90 000 kişi, Humar Tigin adlı bir emîrin idaresi altında, Harezmşahların merkezi Gürgenç'i (Harezm-Ürgenç) dört ay savunduktan sonra Moğollara teslim olmak zorunda kaldılar (1221). Celaleddin Harezmşah, imparatorluğun ortasından koparabildiği ve kurtarabildiği insanlarla, Harezmşah devletini, vefatına kadar sürdürdü. Moğolların doğuda ve batıda yayılmasını bir süre geciktirdi.

Devlet İdaresi


Harezmşah devletinin ilk çekirdeğini Büyük Selçuklu Devletine bağlı Harezm'i yöneten bir Türk ailesi kurdu. Hükümdar ve sülalesi ile devlet hazinesinden yararlananların dışında bütün halk vergi öderdi. Sınırları korumak, asayişi sağlamak, devletin göreviydi. Bu görev, ücretli askerler, belirli bir toprağın vergisini almakla yetkili sipahiler tarafından yapılırdı. İdare, maliye, adliye işleriyle uğraşan kurumlarda çalışan görevliler, bir çeşit bürokratik aristokrasi meydana getirirlerdi. Büyük küçük, hemen hemen bütün memuriyetler babadan oğula geçerdi. İdarî müesseseler, Büyük Selçuklu Devletinin aynıydı. Alâeddin zamanında, mahallî bağımsız beyliklere ve hanedanlıklara son verilerek, merkezî yönetim sistemi uygulandı. Bağımsız eyaletten, önce tâbi bir devlet, sonra bir imparatorluk durumuna gelince, saray teşkilatı, teşrifat kuralları, lâkaplar, unvanlar, daha gösterişli bir nitelik kazandı. Alâeddin, İskender-i Sânî ve Sancar lakaplarını kullandı, tuğrasına zıllullah-i fi'l-arz (Allah'ın yeryüzündeki gölgesi) yazdırdı. Şehzadelere genellikle Alâeddin lakabı verilirdi. Hükümdarların lakapları ise, önceleri Harezmşah, melik iken, sonraları şahenşah, sultan, sultanıâzam olarak değiştirildi. Hükümdarların hepsinin tuğra ve tevkîleri ayrı ayrıydı. Hükümdarlık sembolü, bayrak ve çetreydi. Sultan elbiseleri siyahtı. Sarayda sultanın özel bir mızıka takımı vardı. Selçuklu saraylarındaki hâcib, çomakdâr, çavuş gibi sınıflar, Harezm sarayına da girmişti.

Hükümdarın, dîvan görüşmelerini kafes arkasından izlemesi, Ramazandaki huzur dersleri gibi Osmanlı saray gelenekleri, Harezm'de de vardı. Saltanat hususunda Harezmşahlarda yerleşmiş bir kural yoktu. Bu yüzden şehzadeler arasında sık sık taht kavgaları olurdu. Veliahdlar genellikle Horasan'a tayin olunur, güvenilir bir Türk kumandanı, atabey unvanıyla yanlarına verilirdi. Merkezî idarenin başında bulunan vezir, hükümdarın vekili olarak devlet işlerini yürütürdü. Bütün tımarlardan, hattâ sultanın hassından, öşür alan vezirlerin maiyetinde çeşitli dîvanlar (dîvan-ı tuğra, dîvan-ı inşâ, dîvan-ı arz, dîvan-ı istîfâ, dîvan-ı işrâf vb.) vardı. Bu dîvanlar, çeşitli idare şubeler niteliğindeydi.

Maliye işleri, dîvan-ı istîfâ tarafından yürütülürdü. Vergi düzeni Selçukluların aynıydı. ayrıca, zapt olunan yerlerde mahallî gelenekler korunur, antlaşma ile genel gelirin üçte biri tutarında vergi alınır, olağanüstü durumlarda salma ve müsadere yoluna gidilirdi. Ordu ve askerî işlere, dîvan-ı has bakardı. Orduda görevli herkesin belirli değerde bir ikta'ı vardı. İkta sahiplerinin kurduğu büyük süvari gücü, imparatorluğun her tarafına yayılmıştı. Bunun yanı sıra, doğrudan doğruya sultana bağlı hâssa ordusu başkente yakın bir yerde, emre hazır beklerdi. Orduda ayrıca, ücretli asker ve köleler de savaşçı olarak görev alırdı. Adlî teşkilâtta, şer'î kazâ ile örfî kaza birbirinden ayrılmıştı. Saraylıların işlediği suçlar, kendi âmirlerince cezalandırılırdı. Memlekette en çok Hanefî ve kısmen Şâfiî fıkhı uygulanırdı. Toplum hayatında reâya sınıfından başka, büyük şehir ve kasabalarda ticaret yapan varlıklı bir tüccar sınıfı yaşıyordu.

Toprak sahibi köylüler arasında, topraksız gündelikçiler, yarıcılar bulunurdu. Bunların dışında, büyük toprak ve sermaye sahibi dihkân sınıfı ve göçebe kabîleler vardı.


Bilim ve Sanat

Harezmşahlar devrinde başkent Cürcân, bir bilim ve sanat merkeziydi. Şehirde on büyük vakıf kütüphane vardı. Hükümdar ve şehzadeler, iyi eğitim görmüş kişilerdi, âlim ve sanatçıları korurlardı. Ebü'l-Fazl Kirmânî, Ebu Mansur, Hüseyin Ersbendî, Ebu Muhammed Harekî gibi kadı, vâiz ve filozoflar, başkent Cürcân'da toplanmışlardı. Ayrıca, Fahr-i Harezm lakabını taşıyan Zemahşerî (1074-1144), Fahrüddîn-i Râzî, Şihâbeddin Hivâkî, Şemsüddin Muhammed el-Zabî gibi bir çok tanınmış âlim ve şair, Harezm'de yaşadılar. Harezmşahlarda bilim ve din dili olarak, Arapça ön sırada yer alırdı. Dîvanlar, fermanlar Farsça yazılırdı. Yalnız, Ahmed Yesevî ve onun yolundan gidenler, eserlerini Türkçe yazdılar. Muhammed bin Keys adındaki yazarın Celaleddin Harezmşah'a sunduğu Tibyân-ı Lügati't-Türkî alâ Lisanü'l-Kanglı (Kanglı Dilinde Türk Dili Lügati) bu dönemde yazılan önemli eserlerden biridir.

Harezmşahlar Devleti Hükümdarları

1) Muhammed Harezmşah (1097 - 1128)



2) Adsız Harezmşah (1128 - 1156)



3) İl-Arslan Harezmşah (1116 - 1172)



4) Alaeddin Tekiş Harezmşah (1172 - 1200)



5) Aleddin Muhammed Harezmşah (1200 - 1220)



6) Celaleddin Harezmşah (1220 - 1231)



Altınordu Devleti

Cengiz Han'ın 1227'de ölümünden sonra büyük hanlık makamını Ögedey işgal etti. Onun hâkimiyeti, Türk-Moğol Hakanlığı'nın teşkilâtlandırılması bakımından mühimdir. Bu maksatla kurultaylar toplanmış ve bazı umumî kurallar konulmuş, Cengiz'in "yasa"sı tatbik edilmekle beraber, şehirli ve köylü ahalinin ihtiyacına göre bir idare kurulmuştu. 1235'te devlet işlerini alâkadar eden yeni meseleler münasebetiyle toplanan büyük kurultayda Batı Seferi, yani Doğu Avrupa'nın istilâsı kararlaştırıldı. Bu maksatla bilhassa Türklerden olmak üzere büyük bir ordu toplandı. Miktarı bilinmeyen bu Moğol-Türk ordusunun birkaç yüz bin kişiden ibaret olduğu muhakkaktır. Fetihlerin başlangıcı 1236 yılına rastlar.

Bu muazzam ordunun başında Cengiz'in torunu, Batu (Çoçi Oğlu) bulunuyordu. Aslında Harezm, Kafkasya ve İrtiş'in batısı büyük oğlu Cuci'ye düşmüştü (1224). Fakat Cuci, Cengiz Han'dan az önce öldü ve ona ayrılan yerler oğlu Batu Han'a verildi. Ona verilen bölgede kurulan devletin adı "Altınordu", asıl kurucusu da Batu Han'dır. Altınordu adı Moğolca'da çadır demek olan "Orda" kelimesinden gelir. Hanların ordugahında han çadırının üzeri altın kaplama olduğu için, bu çadıra "Altınordu" deniliyordu. Zamanla bu kelime Türkçe'de "Altınordu" şeklinde yazılır.

Hem Altınordulular, hem de "kral sarayı" ve "ordugah" anlamlarında kullanılır. Batu Han'a ait olan yerlere, babasının adından dolayı "Cuci Ulusu" deniyordu. Ulus, "Birleşik İller" anlamında, yani yer adı olarak kullanıyordu.Sefere, ondan başka birçok Cengiz oğulları (prensleri) de iştirâk edeceklerdi. Ön kıtaların kumandanı olarak da en meşhur generallerden biri olan Sobutay'ı (Sübegetey, Sübetey) görüyoruz. Askerlerin büyük bir çoğunluğunu Orhun ile Yayık ve İrtiş aralarında yaşayan Türk kabileleri teşkil ediyordu. İlk darbe Bulgarlar üzerine oldu. Bu hareket 1224'de Bulgarların Don boyundan dönen Moğol kıtalarına hücumlarının öcünü almak için yapılmıştı.

Bulgarlar az bir zaman içinde yenildiler; başta Bulgar olmak üzere şehirleri tahrip edildi. Şehirlerden ve büyük yollardan uzakta kalan halkın, bu istilâdan zarar görmediği muhakkaktır; şehirli ve köylü ahaliden birçoğunun da kaçarak, ormanlarda saklandığı anlaşılmaktadır. Bu suretle Moğol istilâsından sonra Orta İdil sahasındaki Bulgar unsuru ortadan kaldırılmış olmadı; yok olan şey: müstakil bir Bulgar devletiydi. Nitekim, çok geçmeden bu bölgede Bulgar beylerinin yeniden faaliyette bulunduklarını görüyoruz.

1237 sonunda kış mevsimi olmasına rağmen, Moğol-Türk ordusu Rus bölgesinin istilâsına başladı. Bu sıralarda Rus yurdu birçok knezliklere bölünmüştü. Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, muhtelif mıntıkalarda, knezleri, müstakil birer beylik hâlinde hükümet etmekte idiler; artık Kiyef merkez olmaktan çıkmıştı; onun yerine Suzdal Rusyası (Merkezi Vladimir) yükselmişti; batıda da Haliç knezleri kuvvet bulmuşlardı.

İlmen gölü'nün kuzey sahilindeki Novgorod şehri de mühim bir iktisadî ve siyasî merkez vaziyetinde idi. Bu Rus knezlikleri arasında mücadeleler eksik olmadığından Rus yurdu, âdeta, daimî bir anarşi manzarası arz etmekte idi. Batu Han'ın orduları 1237'de Bulgar memleketinden hareketle Suru (Sura) ırmağının baş kısmını geçtikten sonra Ryazan üzerine yürüdüler; bir darbe ile burayı ele geçirdiler; o sıralarda ehemmiyetsiz bir kasaba olan Moskova'yı yaktılar. Vladimir, Suzdal, Rostov ve Volga kıyısındaki Yaroslav şehirlerini zaptettiler; bütün bu şehirler birer kale idi.

Türk-Moğol ordusunun, yalnız açık meydan muharebesinde değil, kaleleri kuşatmak ve zaptetmek hususunda da fevkalâde becerikli oldukları görülüyor. Kışın şiddetine rağmen Batu Han kuvvetleri 2-3 ay zarfında birçok kale ve şehirleri ele geçirdiler. 1238 baharı geldiği zaman bu ordu İlmen gölünün güneyinde, Lovat ırmağına varmış bulunuyordu; fakat mevsimin icabı olarak, daha fazla kuzeye, yani Novgorod istikametine gidilmemiş, orduların güneye dönmesi uygun görülmüştü.
Bu defa Oka nehrine yakın Kozelsk şehrinin fazla direnmesi, ordunun hareketini biraz yavaşlatmışsa da, bu kale zapt ve ahalisi kılıçtan geçirilince, Moğol-Türk kuvvetleri 1238 ilkbaharında Don ile Dinyeper nehirleri arasındaki sahaya gelmişlerdi. Bununla seferin ilk safhası sona erdi. Gayet kısa bir zaman içinde, hem de kış olmasına rağmen, Batu Han "yıldırım" harbiyle Rus yurdunun en mühim kısmını zapt ve Rus knezlerinin askerî kuvvetlerinin dayanak noktalarını imha etmişti. Tarihte ilk defa olmak üzere, doğudan gelen Türk istilâsı, bir darbede Rus knezlerinin siyasî varlıklarını ortadan kaldırmıştı.

Bu Moğol-Türk hareketinin ikinci safhası Kumanlar'a karşı oldu. 1224'de Kalka boyundaki savaştan sonra, Kumanlar Türk-Moğol İmparatorluğunun düşmanları arasında sayılıyorlardı. 1238-39 yılındaki seferlerin neticesinde Don boyu ve bütün Kıpçak sahrasından Kumanlar kovuldu; bir kısmı kuzeydoğu'da Kama Bulgarları arasına gitmiş, kalanları da Macaristan'a iltica etmişlerdi.

Bu suretle, Kama boyundaki Kıpçak ve galiba Kumanlar'la birlikte olan, Yimekler'in gelmesiyle Türk unsuru artmış ve hattâ Bulgarlar bile Kıpçaklaşmışlardı. Bu suretle Moğol istilâsının bir neticesi de Orta İdil boyundaki Türk ahalisinin yeni şekilde karışmasını mümkün kılmasıdır; bugünkü Kazan Türklerinin kavmî oluşumları işte bu tarihî olaylarla izah olunmaktadır.

Batu Han, Kumanlar'ın işini bitirdikten sonra, 1240'da Kiyef şehrini, kısa süren bir muhasaradan sonra zaptetti. O sıralarda Kiyef'in zaten büyük bir ehemmiyeti kalmamıştı. Daha batıda olan Vladimir ve Haliç şehirleri de Moğol-Türkler tarafından işgal edilerek bütün Rus yurdu Batu Han'ın eline geçmiş oldu. İstilâ kuvvetlerinin büyük bir kısmı, Kumanlar'ın gittikleri, Macaristan'a yürürlerken, bir kolu da Lehistan'ın güney eyaletleri üzerinden Silezya'ya kadar ilerlediler.

1241 ilkbaharında, Liegnitz yakınında karşılarına çıkan Alman kuvvetlerini yendiler; fakat daha ileriye gidemeyerek, Macaristan'a döndüler. Moğol-Türklerin bir kolu, hattâ Balkanlar'a girmiş ve Adriyatik sahillerine bile yaklaşmıştı. Bu suretle 1240-41 seferi tam bir başarıyla bitmiş, Batu Han'ın ordusu bütün meydan muharebelerini kazanmış, binlerce kilometre genişliğinde Doğu Avrupa sahasını işgal ile, burada önce mevcut bütün askerî ve siyasî varlıklara son vermişti. Cengiz hayatta iken, batıdaki bütün sahanın Coçi'ye verileceği belli olmuştu; buna göre, Batu Han'ın zaptettiği yerler Coçi ulusu olacaktı.

Batu Han, 1241 yılında İdil'in aşağı mecrasına dönmüş ve nehrin sol sahilinde "Orda"sının (Karargâh) merkezini kurmuştu: Burası Saray adını aldı ve çok geçmeden eski Bulgar ve İtil şehirlerinin yerini tuttuğu gibi, onlardan farklı olarak Doğu Avrupa, Hazar denizi ve Aral denizi civarlarıyla, Batı Sibir'in en mühim siyasî merkezi oluverdi.

Saray şehrinin kurulduğu yer "Cuci Ulusu"nun ortasında ve büyük ticaret yolu üstünde bulunması bakımından, cidden gayet doğru olarak tespit edilmişti. Bu sebeptendir ki, Saray şehri az zaman içinde yükselivermişti.

Cengiz oğulları arasında en değerli kumandan ve dirayetli devlet adamı olarak tanınan Batu Han'ın ancak hakanlığın bütünlüğünü korumak namına Karakurum'daki hakanı tanıdığı ve zahiren ona itaat ettiği anlaşılıyor. Halbuki Batu Han kendi ulusunda istediği gibi icraatta bulunuyordu. Onun hâkimiyeti 1255'de ölümüne kadar sürmüştür. İrtiş boyundan, Aral denizinin kuzey mıntıkası da dahil olmak üzere Kama ve bütün İdil havzası, Özü boyu ve Turla (Dnyestr) mıntıkasına kadar uzanan geniş bir sahada, fütuhatı müteakip yeni bir idare sistemi kuran ve merkezi Saray olan Moğol-Türk ordusuna da gereken nizamı veren Batu Han olduğundan o, hakkıyla Altın Ordu Devleti'nin kurucusu sayılmaktadır.

Bu devletin teşkilâtı Cengiz yasası ve Büyük Moğol-Türk Hakanlığı'nda tatbik edilen esaslara dayanmakla beraber, mahallî birçok hususların tanzimi ve bu memleketlerde mevcut eski geleneklerin de göz önünde tutulması lâzım gelmekte idi. Eski Bulgar Hanlığı ve Rus knezliklerinde Altın Ordu'nun menfaatlerine en uygun görülen bir sistem tatbik edilmesi lazım geliyordu. Bu bakımdan yeni sistemin Batu Han tarafından başarıyla uygulandığı görülmektedir.

Batu Han, Saray şehrinde oturuyor fakat hukuken, Karakurum'da oturan ve Büyük Hakan olan amcası Ögeday'a (Oktay'a) bağlı bulunuyordu. Ögeday Han'ın yerine Büyük Hakan olan Mengü 1259'da ölünce, Batu Han, Karakurum'la ilişkilerini gevşetti, ama şeklen hala oraya bağlı idi.

Batu Han, Saray şehrinde hüküm sürerken, kardeşi Orda, Doğu Kıpçak yöresini idare ediyordu. İmparatorluğun doğu yöresine Ak Ordu, Batu Han'ın hakim olduğu batı bölgesine ise Gök Ordu denmiş, sonradan Gök Ordu'nun adı Altın Ordu olmuştur. Bugün Altın Ordu diye andığımız devletin ilk adı işte bu Gök Ordu'dur. Devlet ikiye ayrılmış, fakat Ak Ordu hanları Altın Ordu Hanı'na bağlı kalmışlardı.

Batu Han'ın ölümünden sonra yerine küçük kardeşi Berke Han geçti (1257). Berke Han, kendi adına sikke bastırmak suretiyle Karakurum'la ilişkisini keserek bağımsızlığını ilan etti. Ayrıca Yenisaray şehrini kurarak burasını yeni başkent yaptı.

Bu sırada Cengiz Han'ın öteki oğulları birbiriyle anlaşmazlığa düşmüş, Büyük Hakanlık tahtı için kendi aralarında savaşmaya başlamışlardı. Berke Han bu durumu iyi değerlendirdi. Büyük Hakanlık savaşında önce Artık Böke'yı tuttu. Ama bu savaştan Kubilay Han galip çıkmıştı ve bu yüzden Büyük Hanlıkla ilişkisi büsbütün kesilmişti.

Cengiz İmparatorluğu'nun paylaşılmasından Harezm bölgesinin Çağatay Han'a düştüğünü söylemiştik bu ülke Artık Çağatay Ülkesi veya Çağatay Ulusu diye anılıyordu. Şimdi burada Algu Han hüküm sürmekteydi.

Berke Han, Kafkasya'ya bir sefere çıktığı sırada Algu Han sınırlarını Altın Ordu sınırlarını aşacak kadar genişletmiş bulunuyordu. Bu yüzden araları açıktı. Öte yandan İlhanlı hükümdarı Hülagu Kafkasya'ya girince, onlarla savaşmak zorunda kaldı. Bu kardeş hükümdarların ikisi de zengin Azerbaycan topraklarını ellerinde tutmak istiyorlardı. Bu yüzden aralarında savaş çıktı. Berke Han, Hülagu'yu tam bir bozguna uğrattı.

Berke Han'ın İlhanlılarla savaşması, Kıpçak ülkelerinden gelip Mısır'da devlet kuran Kölemenlerle arasında bir yakınlaşmaya sebep oldu.

Kölemen Sultanı Baybars ile dosluk kuran Berke Han, Bizans'la da ilgilenmeye başladı. 1265 yılında, yeğeni Nogay'ın komutasında 20 bin kişilik bir orduyu Tuna'nın güneyine geçirdi. Bizans ordusunu yendi ve imha etti. Bu seferi ile İstanbul'da esir bulunan II. Keykavus'u da kurtararak Kırım'a götürdü.

Berke Han 1266'da ölünce yerine Batu Han'ın torunu Mengü Temür geçti Mengü Temür, Kölemen Sultanı ile iyi ilişkilerini devam ettirdi ve Ögeday ile Çağatay oğulları arasındaki savaşlarda Ögeday'ın oğullarını destekledi. Bu sırada Berke'nin yeğeni Emir Nogay'ın nüfuzu çok artmış, devleti o yönetmeye başlamıştı. Emir Nogay bu nüfuzunu tam kırk yıl korudu ve bu süre içinde Altın Ordu hakanlarını tahta çıkaran ve onları kendi otoritesi altında tutan bir kumandan olarak kaldı.

Mengü Temür'den sonra sırasıyla Tuta Mengü ve Teleboğa tahta çıktılar. 1291 yılında tahta çıkan Tokta Han ise Emir Nogay'ın baskısından kurtulmak için fırsat kolladı ve nihayet 1300 yılında onunla savaştı ve galip gelerek öldürttü. Böylece devletin tek hakimi oldu. O tarihten sonra Aşağı İdil, Yayık ve Embe ırmakları boylarında yaşayan ve Emir Nogay'a bağlı kalmış olan boylara ve kavimlere "Nogaylar" denildi.

Tokta Han 1312'de öldü ve yerine Özbek Han geçti. Özbek Han zamanında Altın Ordu Devleti tamamen bir Türk devleti oldu. Özbek Han, kız alıp vererek Kölemenler Devleti ile akrabalık kurdu. Artık hükümdar ailesi yalnız dil ve kültür bakımından değil, kan bakımından da Türkleşmişti. Halk zaten Türk idi, fakat artık bütün Kuzey Türklerine (Oğuzlara, Bulgarlara, Kıpçaklara ve Kumanlara) Tatar deniyordu ve Türk kültürü de Tatar kültürü olarak anılacaktı.

Tahta çıktığı zaman 30 yaşında olan Özbek Han dinamik bir hükümdardı. Azerbaycan'ı zaptetti. Rus prenslerinden alınan vergi sisteminde değişiklik yaptı. Müslümanlığa da önem verdi ve Saray şehri önemli bir din merkezi oldu. Pek çok medrese ve cami yaptırdı. 1341'de ölen Özbek Han'ın yerine önce oğlu Tini Bey, onlardan bir yıl sonra da öbür oğlu Cani Bey, geçti. Cani Bey Altın Ordu Devleti'nin son büyük hükümdarı sayılır. Onun zamanında devlet daha da güçlendi. İran'daki İlhanlılar Devleti dağıtıldı ve Cani Bey Tebriz'i tamamen ele geçirdi. Fakat bu devirde Altın Ordu Devleti'nin Kölemenlerle ilişkisi kesildi. Çünkü, Anadolu'da kurulan yeni ve güçlü diğer bir Türk Devleti Osmanlılar, bir yandan Balkanlara geçmiş, bir yandan da güneye yönelmişlerdi.

Cani Bey 1357 yılında ölünce karışıklıklar başladı. Cani Bey'in oğlu tahta çıktı ve ancak iki yıl yaşadı. 1360-1380 yılları arasında süren kargaşalıkta 14 han tahta çıktı. Yirmi yıl süren bu karışık dönemden sonra 1380'de tahta çıkan Toktamış Han duruma hakim oldu. 1359'da ölen Berdi Bey'den sonra Batu Han hanedanı sona ermiş bulunuyordu. Toktamış Han taht üzerinde otoriteyi kurmuştu ama bu arada birçok emir bağımsızlıklarını ve hanlıklarını ilan etmiş bulunuyorlardı. Ayrıca Litvanya ve Podolya prenslikleri de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Emir Mamay Mırza ise kendi başına hareket edecek bir güç ve nüfuza erişmişti ve Özbek Han'ın oğullarından Abdullah'ı tahta çıkardı. Böylece Altın Ordu Devleti ikiye bölünmüş oluyordu.

Toktamış Han, Aksak Timur'dan yardım görerek birliği yeniden kurmuştu. Ayaklanan Rusları ve Litvanyalıları da yenmişti. Bu başarılarını Timur'un yardımlarına borçlu idi. Ama, durumunu düzeltip güçlenince, Timur'la ilişkisini kesmek istedi. Böylece başlayan aralarındaki anlaşmazlık büyüdü. Timur'la Toktamış Han arasında savaş kaçınılmaz oldu. Nihayet 1395 yılında yapılan Terek Savaşı'nda, Timur galip geldi ve Altın Ordu Devleti'ni bir daha belini doğrultamayacak bir şekilde çökertti. Altın Ordu Devleti'nin başına Kutluk Han'ı getirerek çekildi.

Toktamış, batıya kaçarak Litvanya'ya sığınmıştı. Litvanya Kralı Witold'un yardımı ile geri dönüp tahtını ele geçirmeye çalıştı ama Kutluk Han'a yenildi. Litvanya ordusu büyük bir bozguna uğratıldı.

Kutluk Han, 1401'de ölünce, Emir Edige Mırza onun yerine Şadi Beğ'i tahta çıkardı. Bir süre sonra Ediğe Mırza ile anlaşmazlığa düşen Şadi Bey tahtı bırakıp kaçmak zorunda kaldı. Yerine Pulat Bey geçti. 1409'da Rusları da yenen Ediğe Mırza, bundan sonra gücünü kaybetmeye başladı. 1419'da Toktamış'ın oğlu Kerim Berdi ile yaptığı bir savaşı kaybetti ve öldürüldü.

Bu sırada, Litvanya yeniden kuvvetlerini toplamış ve Altınordu Devleti üzerine baskısını arttırmaya başlamıştı. Bu, Altınordu Devleti'nin bölünmesine de yol açtı. 1437'de Uluğ Mehmed'in hakanlığı sırasında devlet ikiye bölündü. Bu bölünme sonunda Kuzeyde Kazan Hanlığı kuruldu. 1441'de Hacı Giray Kırım'da hanlığını ilan etti.

Bölünmeler devam ediyordu. 1486'da Astrahan Hanlığı da kuruldu. Bu kargaşalıktan yararlanan Moskova Prensliği, 300 yıllık Türk hakimiyetinden kurtulmuş oluyordu. 1502'de Kırım Hanı Mengli Giray artık Osmanlılara tabi idi fakat serbest hareket ediyordu. Gittikçe gücünü arttırarak hakimiyet alanını genişletti.

Altınordu'nun son hanı Şeyh Ahmed'in öldürülmesinden sonra bu devlet ortadan kalkmış oldu.

Altınordu Devleti'nin ortadan kalkmasından sonra bir çok hanlık meydana geldi. Ama bunlar Büyük Altınordu Devleti'nin yerini tutamadılar. Altınordu, hem Türk dünyasının hem de bütün Doğu Avrupa'nın en önemli devletlerinden biri olmuş, bütün bu ülkeleri siyaset, ekonomi ve kültür bakımından etkisi altına almıştı.

Altınordu devleti zamanında gerek Bulgar ve gerek Rus yurdunda eski idare de birtakım değişiklikler yapıldı. Her iki memleket Altın Ordu'nun vassalı (tabii) olmakla, birtakım yükümlülüklere tabi tutuldular. Bu bakımdan bilhassa Rus knezliklerinin vaziyeti enteresandır. Moğol-Türk kuvvetleri fazla bir kalabalık teşkil etmediklerinden bütün Rus şehirleri ve köylerini işgal altına alıp Rus yurdunda kalmalarına maddeten imkân yoktu. Bu sebeptendir ki, kendileri için daha elverişli olan bozkır sahalarını işgal etmişlerdi.

Rus knezliklerindeki hâkimiyetleri idame ettirebilmek için de birtakım askerî ve idarî tedbirler alınmakla yetinildi. Evvelâ öteden beri mevcut olan knez idaresini olduğu gibi bıraktılar; Ryurik sülâlesine mensup olmak üzere, knezliklerin hâkimiyetlerini tanıdılar, hattâ istilâdan önceki büyük ve küçük knezlikler bile muhafaza edildi; yalnız şu şartla ki, knezler makamlarını han tarafından tasdik ettirmeğe mecburdular; yani han'ın tabii sayılıyorlardı.

İç intizam ve asayiş yani polislik vazifesi knezlerin eline bırakılmıştı. Bunun dışında: Memleketin umumî asayişine, han'a karşı mükellefiyetlerin yerine getirilmesine ve düşmanca hareketlerin ortaya çıkmasına mâni olmak maksadıyla han tarafından tâyin edilen yüksek memurlar gönderilmekte idi.

Rus yurdundaki 240 yıl süren bu "Tatar" hâkimiyetinin Rus tarihi ve Rus halkı üzerinde çok yönlü tesiri olduğu muhakkaktır. Batu Han'ın buraları zaptettiğinde Rus yurdu tam bir siyasî anarşi içinde çalkandığından, iktisadî ve kültür refahının gerekli şartlarından biri olan iç emniyet mevcut değildi. Altın Ordu tarafından tespit edilen kuvvetli bir disiplin, evvelâ her yerde iç emniyet ve asayişin yerleşmesine neden oldu; yine bu asayişin kurulmasıyla ilgili olarak, Saray ile Rus knezliklerindeki başkanlar ve darugalar, yahut askerî başbuğlar (tümen, bin ve yüz beğleri) arasında muntazam bir münasebet temin maksadıyla, daha Cengiz zamanında kurulan posta usulü, yeni yol sistemi geliştirildi.

O zamana kadar bir tek para sistemi olmayan Rus yurdunda, aynı esaslar üzerinde sikke bastırıldı. Rusça "dengi" (dengi=para, tenke) tabiri, Türkçe tiyin sincap derisi sözünden gelmiştir; gümrükler intizamlı bir hali kondu ki, Rusça "tamojnya" (gümrük) tabiri de Türkçe-Moğolca tamga-damga sözünden gelmektedir. Bunun dışında rus knezlerinin, büyüklerinin ve askerlerinin Saray'a ve hattâ İç Moğolistan'a kadar gitmeleri, birçok Rus büyüklerinin Tatarlar ile düşüp kalkmaları, Ruslar'ın yaşayış, giyim tarzlarında olduğu gibi, düşünüş ve görüşlerinde de Tatarların tesiri altında kalmalarına sebep olmuştur. Aynı şekilde Altın Ordu'da tatbik edilen kuvvetli bir merkeziyetçi devlet rejiminin ve han otoritesinin, dolayısıyla Rus knezlerine bir örnek teşkil ettiğinde şüphe yoktur.

Rus tarihinde "Tatar boyunduruğundan" bahsetmek o kadar moda olmuştur ki, Sovyet Rus tarihçileri bile bu tâbiri tekrar ele almışlardı. Şüphesiz yabancı bir zümrenin, hele ırk ve dini bakımından büsbütün ayrı olan bir kavmin hâkimiyeti kolay bir şey değildir. Fakat: 240 yıl süren Altın Ordu hâkimiyeti neticesinde Ruslar, dillerini, dinlerini, topraklarını ve idare teşkilâtlarını tamamıyla muhafaza etmekten başka, bütün bunları kuvvetlendirmeğe de muvaffak olduklarına bakılırsa, bu Tatar hâkimiyetinin "boyunduruk" olmadığı anlaşılır. Yalnız yabancı bir zümrede değil, normal hükümet idaresinde bile isyan çıkarsa derhal bastırılır ve bu münasebetle şiddet kullanılır, sırasına göre binlerce kişi öldürülür; mükellefiyetler yerine getirilmediği zaman, güç ve şiddetle bunların icrası için zor kullanılır. Altınordu baskakları ve darugalarının da başka türlü hareket etmedikleri tarihî bir hakikattir.

Altınordu'nun Rus knezliklerindeki hâkimiyetinin, sonraki Rus çarlarının Kazan, Başkurt, Sibir, Kırım, Kafkas ve Türkistan'daki hâkimiyetlerine nispetle kat kat yumuşak olduğunda zerre kadar şüphe yoktur. Müthiş İvan'ın ve Romanof ailesinden gelen Çar hükümetlerinin Türk kavimlerini imha yolunda aldıkları tedbirlerin onda birinin Altın Ordu hanları tarafından alınmadığı muhakkaktır.

Rus knezlerine yapıla gelen bazı tazyikler ve şiddetler, daha ziyade Rusların Saray'da, hanlar yanında yaptıkları entrikalardan ileri gelmiştir. Moğol-Türk devleti an'anesinin icabı olarak Altın Ordu'da tam bir din ve dil toleransı vardı.

Metbu kavimler, pek de ağır olmayan mükellefiyetleri doğru dürüst yerine getirdikten sonra, lüzumsuz yere tazyike maruz kalmıyorlardı. Rus kilisesi, Altın Ordu hanlarının verdikleri "yarlık"lar sayesinde tarhanlık kazanmıştı; yani her nevi vergi ve mükellefiyetlerden kurtulmuştu; böyle olmasına rağmen, sonraları Tatarlara karşı Rus imha siyasetini besleyen müessese bilhassa kilise olmuştur.

İki buçuk yüzyıl süren Tatar hâkimiyetinin tesiri altında Altın Ordu hanları Rus ahalisi nazarında tam bir hükümdar gibi telâkki ediliyordu; bu yüzdendir ki Rus knezleri ancak Altın Ordu hâkimiyetinden çıktıktan sonra "Çar" lâkabını almağa cesaret ettiler. Batu Han'ın kumandasında fütuhat yapan kuvvetlerin 600.000 kişiden ibaret olduğu söylenmektedir: Bunun ancak 60.000'i Moğol'du; kalan kısmı muhtelif Türk kavimlerinden toplanmıştı; kumanda heyetinin ve bazı memuriyetlerin başında Moğollar bulunmakta idi.

Tatar adının menşeinin Türk olması lâzım gelir. İşte bu sebeptendir ki, Moğol istilâsını yapan bütün kuvvetlere Avrupalılar, Moğol ve Türk fark edilmeksizin "Tatar" demişlerdir. Bu sebepledir ki, Cengiz ordularındaki Türk kavimleri, kendilerine böyle adlandırmasalar bile, yabancılar karşısında böyle görünmeye başlamışlardır. Çok zaman geçmeden İdil boyunda yerleşen Moğollar kalabalık Türk unsuru arasında eriyip gitmişlerse de, bu sahanın ahalisi Türk olmasına rağmen "Tatar" adiyle tanınmağa başlamışlardır. Moğol istilâsının neticesi olarak İdil-Ural ve Sibirya'da Türk unsuru arttığı gibi, bir dereceye kadar Moğol unsuru da yerli ahali ile karışmıştır; fakat bu zümrenin daha ziyade yüksek tabakaya mensup olduğu anlaşılıyor.

Ahalisi 922'den beri Müslüman olan Altın Ordu'da Batu'nun küçük biraderi Berke Han'ın (1255-1266) Müslümanlığı kabul etmesiyle, bu ülke, tam mânasıyla bir Türk-İslâm devleti haline gelmiştir. Zaten bu mıntıkada 922'den beri İslâm kültürü yayılmıştı. Saray şehri kurulup da Türkistan'la ticaret münasebetleri tekrar kuvvet bulduktan sonra, Altın Ordu'da Müslüman tesirinin birdenbire başka tesirlere üstün geldiğini görüyoruz; neticede Saray hanları Müslüman oldular.

Berke Han'ın hâkimiyet zamanı, Altınordu'nun, Büyük Hakanlıktan ayrıldığı, yani istiklâlini ilan ettiği zamana tesadüf etmektedir; Berke Han kendi namına sikke bastırmakta ve tamamıyla müstakil bir hükümdar gibi hareket etmekte idi. Umumiyetle onun zamanı Altın Ordu'nun en parlak devri olarak tanınmaktadır; Yeni bir "Saray" (Yeni Saray) şehrinin kuruluşu da bunu teyit etmektedir.

Özbek Han (1313-1342) zamanında İslâm dini büsbütün kuvvetlendi. Saray şehri, diğer İslâm memleketlerinin büyük şehirleri gibi camiler, medreseler ve tekkelerle süslenmeğe başlandı; hükümdar sarayında âlimler, şeyhler, seyyidler ve hocalar itibar kazandılar; medreseler ve mektepler açıldı.

Muhtelif İslâm memleketlerinden ustalar çağrılmaya başlandı. Meşhur İslâm âlimlerinden Kutbettin-ür-Razî, Şeyh Sadettin Teftezî ve başkalarının Canibek Han zamanında (1340-1357) Saray şehrinde kaldıkları malûmdur. Nehc'ül-feradis gibi enteresan bir kitabın ya doğrudan doğruya Saray'da veya Saray hanlarının emriyle, yine Altın Ordu hâkimiyetinde bulunan, Harezm'de tertip edilmiş olması, yazı dilinin burada mühim gelişme kaydettiğini göstermektedir.

Altınordu'nun XIII-XIV. Yüzyıllarda siyasî, iktisadî ve kültür bakımından yalnız Şarkî Avrupa'nın değil, umumiyetle Türk dünyasının en mühim mevkilerinden biri olduğunda şüphe yoktur. Bu devletin ahalisinin büyük bir kısmı -Rus yurdu müstesna- halis Türk'tü; ancak üst tabakada Moğol unsur mevcuttu. Bu unsur da kısa bir zaman içinde tamamıyla Türkleşmişti. Devlet teşkilâtı, Cengiz'den çok önce teşekkül eden devlet sisteminden ibaretti. Gök-Türk ve Uygur teşkilâtının mühim unsurlarının Altın Ordu (ve umumiyetle bütün diğer Türk devletlerinde ) mevcut olduğu muhakkak gibidir; hele teşkilât sözleri (ıstılahları)nde Uygarca mefhumların kullanıldığı görülmektedir; bunun içindir ki, Altın Ordu ve sonraki hanlıkların devlet, iktisat ve sosyal teşkilâtlarını öğrenmek, Moğolların kendi iç teşkilâtlarından başka daha evvelki Türk devletleri ve heyetlerinin vaziyetlerini bilmeğe bağlıdır.

Elde mevcut sınırlı kaynaklara göre Altın ordu'da askerlik, ziraat, ticaret, vergi ve her çeşit mükellefiyetleri tanzim eden belirli kanunlar mevcuttu. Cengiz tarafından kurulan teşkilâttan başka, siyasî ve sosyal hayatın her safhasını düzenleyen birçok nizamlar tatbik edilmekte idi. Bu itibarla da Altın Ordu Devleti'ni "yasalı" (kanunlu) bir siyasî varlık olduğu ortadadır.

Ahalinin yalnız göçebe olmadığı, şehirlerin ve köylerin çokluğu ile derhal görülmektedir. Zaten Orta-İdil boyundaki Türklerin çok erkenden köyler ve şehirler kurdukları malûmdur. İdil'in aşağı mecrasında bulunan Türk-Moğol unsurunun da yavaş yavaş şehir ve köylere yerleştikleri görülüyor. Azerbaycan da dahil olduğu halde Altın Ordu'ya ait sahada şimdiye kadar 25 şehir tespit edilmiştir. Bunlar: Azak, Batçin, Baku, Büler, Bulgar, Derbent, Gülistan (Saray'ın banliyösü), Kırım, Kırım-Cedit, Macar, Macar-Cedit, Mahmûd Âbad, Muhşı, Ordu, Ordu-Cedit, Ordu-Bazar, Recan, Saray, Saray-Cedit, Saraycık, Sığnak-Cedit, Tebriz, Ükek, Hacı-Tarhan (Zeci-Tarhan), Şabran, Şamaha.

Demek ki, Altınordu sadece bir "step imparatorluğu" değildi. Bu sayılan şehirlerin büyük bölümü büyük ticaret merkezleri ve "ihracat ve ithalât" iskeleleri ve transit istasyonları idi. Bilhassa Saray şehrinin büyüklüğü ve güzelliği hakkında şehri bizzat gezen seyyahların elinden çıkan kayıtlar mevcuttur. Bu cins kayıtlar yapılan hafriyat neticesinde tamamıyla tespit edilmiştir. Saray şehrinde mükemmel bir su tesisatı olduğu, bahçelere, evlere varıncaya kadar su borularıyla su getirildiği meydana çıkmıştır; çini tezyinatı, yapıcılık ve bilhassa maden işleme hususunda mühim ilerlemeler elde edildiği, çıkan eserlerle sabittir.

Bu itibarla, Saray şehrinin ve içinde yaşayan ahalisinin (yani yerli Türklerin), devirlerinin diğer memleketlerinden geride durmadıkları açıktır. Meydana çıkarılan maden eritme ve işletme tesisatının mükemmelliği, Altın Ordu ustalarının, hattâ bu hususta birçok millet ustalarını geride bıraktıklarını gösterir. Bu suretle Saray şehrinde (bilhassa Saray-Berke'de) İtil ve Bulgar şehirlerinin geleneği yalnız muhafaza edilmekle kalmamış, daha da ileriye götürülmüştür. Saray aynı zamanda Türkistan, İran, Anadolu, Bizans, Rus, Ceneviz ve Orta Avrupa'dan gelen tüccarların buluştukları bir merkez olması hasebiyle de büyük bir ehemmiyete sahipti; burada ayrı milletler için ayrı mahaller kurulduğu ve herkese kendi memleketinde alışık olduğu hayata göre yaşamak imkânı verildiğini biliyoruz.

Altınordu'nun merkezi Saray şehri idi. Saray şehrine "Taht ili" denirdi. Batu zamanında tesis edilen Saray şehri, Berke Han zamanında daha müsait bir yere nakledilerek Yeni Saray, yahut Saray-Berke adını aldı (İdil'in sol kollarından biri olan Tsares mevkiine yakın). Hanlar Saray şehrinin "Gülistan" denilen banliyösünde yaşıyorlardı; burası bilhassa hanların kışı geçirdikleri bir yerdi; yazları ise eski âdet üzere "yaylağa" çıkarlar, Don ve Özü arasında kalırlardı. Hanların "yaylak"lardaki ordugâhları da büyük bir şehir manzarası arz ediyor, hanım ve büyüklerin süslü çadırları geniş bir sahayı kaplıyordu.

Keçeden yapılan çadırların (yurt) içi kıymetli halılarla süslü idi; hanın tahtı altın ve kıymetli taşlarla bezenmiş, ayakları gümüşten idi. Bayram ve yortu günlerinde yabancı elçiler merasimle kabul edilirdi; bu münasebetle hanın tahtı etrafında hatunu ve hanedan âzasına mensup büyükler bulunuyordu. Hanın birkaç karısı olurdu; fakat biri Ulu-Hatun, yani baş kadın sayılırdı. Ulu-Hatunların mevkileri gayet yüksek olup, devlet idaresine bilfiil iştirak ederler, hattâ, hanın muvaffakiyetiyle, kendi adlarından "yarlık" verdikleri olurdu. Ulu Hatun Osmanlı sultanlarının saraylarındaki Baş-kadın efendi ve Valide sultana çok benzemektedir; yalnız Valide Sultanın yetkileri daha geniştir.

Hanlar, yalnız Tatar büyüklerinin kızlarını değil, Bizans imparatorlarının ve Rus knezlerinin kızlarını da alıyorlardı; ezcümle Özbek Han'ın karısı Rum kayseri Andronik Paleologos'un kızı idi. Umumiyetle Altın Ordu Devleti'nde kadınların sosyal konumları yüksekti ve bu konuda eski Türk gelenekleri devam ettiriliyordu. Doğu memleketlerinin kadınları ezici tesirleri henüz kökleşmemişti. Hanın hatunları ayrı saraylarda yaşıyorlar, göç ederken kendilerine mahsus çadırları bulunuyordu; hattâ kendilerinin mescit ve camileri, hoca ve imamları olduğu gibi umumî hayatta ayrı muhafız kıtaları da vardı; Altın Ordu kadınları peçe taşımadıkları gibi, umumî hayatta görünürler, hattâ han hatunları âlimler ve şairler meclisine bile devam ederlerdi.

Altınordu Devleti'nde resmi dil Çağatay Türkçesi idi. Önceleri Gök Tengri'ye tapıyorlardı ama kısa zamanda bütün ülke Müslüman oldu. Bir süre sonra devlet tam anlamı ile Türkleşti. Ama bu "Türkleşme" deyimi hükümdar ailesi içindir. Halkın yüzde doksanından fazlası zaten Türk idi. (Kuman, Kıpçak, Bulgar... Türkleri).

Bugün, Tatar adıyla anılan Türkler de Altın Ordu Devleti'nin halkıdır ve Tatar adı "Kuzey Türkleri" anlamında bir genel ad olmuştur. Moğollar çok küçük bir azınlık haline düşmüştü. Askerin büyük çoğunluğu da Türk idi. Moğol azınlığı Türklerle karışmış ve eriyip gitmişlerdi. Ama hanlar Moğol sülalesinden geliyordu. Bunlar da Türklerle evlendikleri için zamanla Moğol etkisi sadece idare şeklinde, teşkilatta kaldı.

Altınordu'nun idare sistemi eski Türk esaslarına dayanmaktadır; bu esaslarda bilhassa bozkır an'anesi ve teşkilâtı mühim bir yer tutuyordu. Ahalinin gittikçe toprağa bağlanması, ziraat, ticaret ve sanayiin gelişmesi üzerine devlet idaresinde bu esaslar da dikkate alınmıştı. Altın Ordu'nun resmi ismi aslında "Büyük Ordu"dur. Bu devlet birkaç kısma yahut "Ulus"a ("ölüş, hisse" bölünürdü; Rusya bile birkaç "Ulus"tan ibaret olduğu gibi, Başkurt, Bulgar, Mokşı elleri de birer ayrı ulus teşkil etmişti; bundan başka Kafkas ve Karadeniz sahaları da ayrı uluslara bölünmüştü.

Ulus, onun başında bulunan türelerin (büyük memur) adını alırdı. Ulus içinde de, Cengiz'in tespit ettiği ve tamamıyla askerî mahiyette olan bir bölüm vardı; ezcümle: Tümen (10 bin), bin, yüz ve on beylikleri; tümen beyi, on bin kişilik kuvveti çıkaran bölgenin başbuğu, bin beyi, bin kişilik kuvvetin başı v.s. Bu bakımdan Altın Ordu gayet intizamlı bir askerî ve mülkî idare teşkilatına sahipti. Halis Türk olan ulusların en yüksek idare (sivil) memuruna Daruga denilirdi, ki vali karşılığı olsa gerektir; Rus uluslarındaki en yüksek Tatar valisi de Baskak adını taşırdı; baskakların idarî merkezine de "yurt" denirdi.

Baskaklar, bulundukları yerde, Rus knezleri ve ahalisinin Altın Ordu'ya boyun eğmelerine nezarete memurdu; bu maksatla onun emrinde asker de bulunurdu. Rus ahalisinden "kafa vergisi" alındığından, ahali sayımı yapılır (ilk sayım 1257'de) ve ona göre baskaklar vergi alırlardı; mal ve mülkten ayrıca aşar (onda bir) da toplanmakta idi. Darugaların da aynı şekilde icrai faaliyette bulundukları görülmektedir; yerli Türk ahalisinin birçok mükellefiyetlere tabi olduğu, yarlıklardan anlaşılıyor. Ancak "Tarhan" olan kimseler, her nevi mükellefiyetten ve vergilerden kurtuluyorlardı. Tarhanlık hakkı da han tarafından verilir ve "Tarhanlık yarlığı" ile tasdik olunurdu.

Hana, devlet idaresinde "Divan" adını taşıyan bir meclis yardım ederdi. Ekseri Türk-İslâm devletlerinde tesadüf ettiğimiz bu müessesenin Altın-Ordu'daki mahiyeti katî olarak bilinemiyor; bilhassa bu divanın yazıcıları (Divan bitikçi'leri) tâbiri yarlıklarda sık sık zikredilmektedir. Dış memleketlere gönderilen elçilere ve yardımcılarına "elçi-keleci" denirdi. Ayrıca yol, vergi, ticaret işlerine nezaret eden memurlar mevcut olup bunların vazifeleri birer birer tâyin ve tespit edilmişti.Ticaretin Altın Ordu'da çok inkişaf ettiğini de söylemiştik; buna bağlı olarak para sistemi de gayet muntazamdı; maden para ile yan yana, kâğıt para usulü de vardı.

Altınordu'nun siyasî tarihi cihetine gelince: Bu hakanlık doğu Avrupa'yı elinde bulundurmakla birçok bakımdan Hazar Hakanlığı'nı andırmaktadır. İşgal ettiği coğrafî vaziyetinin icabı olarak birçok devletlerle siyasî, iktisadî ve kültür münasebetleri tesis etmiştir. Bizans'la, Mısır Memlûkları ve Osmanlılarla münasebetleri olduğu gibi, bilhassa Litvanya-Lehistan Devleti'yle yakın bir münasebet tesis edilmişti. Altın Ordu ile İlhanîler arasında, Hazar Denizi'nin güney sahası ve Harezm yüzünden daimî bir ihtilâf ve rekabet vardı; bunun içindir ki Altın Ordu ile Mısır Memlûkleri arasında sıkı bir dostluk kuruldu; aynı vecihle sonraları, Yıldırım Bayezid ve Toktamış Han'ın her ikisinin de Timur tarafından büyük bir tehlikeye maruz kalmaları üzerine Osmanlı Devleti'yle Altın Ordu arasında yakın bir dostluk hâsıl oldu; her iki memleketten karşılıklı elçiler ve tüccarlar gidip gelmeğe başladılar.

Timur istilâsı Altınordu hanlarıyla Osmanlı sultanlarının, sonraları da iyi münasebetleri devam ettirmelerini sağladı. İkinci Murat ile Fatih Mehmet zamanında da bu dostluk mevcuttu. Altınordu hanlarından olup sonra Kazan Hanlığı'nı kuran Uluğ Muhammed'in, II. Murad'a ve sonraki hanların Fatih Sultan Mehmed'e gönderdikleri bitikleri bunu göstermektedir. Moskova knezliğinin tedricen yükselmesi ve tehlikeli olmağa başlaması üzerine, Altın Ordu ile Litvanya-Lehistan arasında Ruslar'a karşı bir cephe teşkil etmek istendi.

Birçok etkenlerin bir araya gelmesiyle, gittikçe zayıf düşen Altın Ordu, Aksak Timur'un arka arkaya indirdiği üç darbeden sonra (bu seferler esnasında Saray şehri kâmilen yıkılmış ve ahalisi katliâm edilmiştir) Altın Ordu bir daha kendine gelemedi. Hanedan âzası arasında çıkan iç mücadele, ticaret hareketlerinin gittikçe azalması, komşularının kuvvetlenmesi neticesinde Altın Ordu Hakanlığı gittikçe kuvvetten düştü. Altın Ordu'nun son büyük hanı Timur ve Bayezid'in çağdaşı olan Toktamış Han'dır (1376-1391).

Ondan sonra, "Taht-İli"nde (Saray'da) hanlar birbirini sık sık takip etmişler ve karşılıklı şiddetli mücadeleler yapmışlardır. 1480 yılında Saray Hanı Seyyid Ahmet, Moskova büyük knezi III. İvan'ı baş eğmeğe zorlayarak Rusya üzerinde eski hâkimiyetini tekrar kurmak teşebbüsünde bulunmuşsa da, kâfi miktarda kuvvete sahip olmadığı gibi, arkada bazı tehlikeler baş gösterdiğinden, bir meydan muharebesi olmaksızın, Don boyunca çekilip gitmişti. Bundan sonra Rusya üzerindeki 240 yıldan beri devam edip gelen Altınordu hâkimiyeti kendiliğinden kalkmıştır. Zaten Altın Ordu'nun hayatı da sona ermiş gibiydi. 1502'de bu devlet artık tarihe karışmış bunuyordu. Bu hakanlığın harabeleri üzerinde birçok hanlıklar yükseldi; bunlar: Kırım, Kazan, Sibir, Astrahan ve Nogay hanlıkları idi.